Liege hakkında pek bir şey bilmeden, Eindhoven’dan yakın olsun diye tercih ettiğim görece daha uygun fiyatlı olduğunu düşündüdüm bir yerdi. 24 saatten az sürede şehri bu kadar keşfedebileceğimi düşünmezdim ama birazcık azimle gezmediğim yeri nerdeyse kalmadı diyebilirim. Bir de Liege hakkında Türkçe pek kişisel bir yazı olmadığından bu rehberi olabildiğince sizler için de detaylı hazırlamak istedim.
Liege Hakkında Genel İzlenimlerim
Liege yağmur ve soğuğa rağmen bana ilk ayak bastığımda olumlu bir izlenim verdi ki genellikle soğuk havalarda bu zor olan bir şey. Güvenlik açısından akşam saatlerinde endişe ettiğim oldu ama bir sorun yaşamadım. Küçük bir şehir olmasına rağmen çok fazla şey sığdırmış içine. Sadece yabancı turistlere çok alışık değiller bence, İngilizce menüler yok, çoğunlukla Fransızca konuşuyorlar ama restoranlarda ve kafelerde bir sorun yaşamadım. Yine de müzelerde her şeyi bana başka dilde anlatmaları garip bir histi. Uzun süre kalmak isteyeceğim bir yer değil ama kısa bir süre ziyaret etmek keyifliydi. Tabi bunda nehir manzarasının ve yeşil alanlarının katkısı büyük. Bir de minik evleri ve sokaklarını sevdim, her şeye ulaşım kolay ve yürüme mesafesindeydi. Tabi diğer Belçika şehirlerine aşina olanlar için sıradan gelebilir ama benim ilk Belçika deneyimimdi diyebiliriz. Buraya en yakın Köln’e gelmiştim.
Bu arada Liege, Liej diye okunuyor. Eindhoven’dan otobüse bindiğimde amca iki kez söyleyişimi düzeltti, alıştım sonunda:)
Liege’de Kaç Gün Kalınır?
Bence Liege’nin tadını çıkarmak için 2 tam gün yeterli, her müzeye gitmek isterim biraz da doğa yürüyüşü olsun isterseniz 3 güne de çıkabilir. Tabi hava çok soğuksa 1 gün bile yetebilir, çünkü şehrin nehir kenarı yürüyüşleri, parklarını gezmeyince geriye birkaç müze ve kilise kalıyor.
Liege’de Konaklama
Liege’de Eurotel’de konakladım. Merkeziliği konusunda çok bir sorun yaşamadım. Otobüsten inince sadece 20 dakikada otele ulaştım, biraz eski bir otel ama temiz bir otel. Yine de 1-2 günden fazlası kalmak için zorlar, çünkü banyosunda biraz koku vardı. Merdivenleri oldukça dar ve dik, yaşlılar için uygun değil. Asansör var ama kullanması biraz değişik, kata çıkana kadar tuşa basılı tutmanız gerekiyor. Geceleri resepsiyon açık değil, dış kapı da kilitleniyor, anahtarınızla açıyorsunuz. Çalışanlar çok yardımcıydı ama daha yaşlıca olanlar İngilizce bilmiyor, yine de bir şekilde anlaştık.
Liege’de Görülecek Yerler
Liege’de ilk dikkat çeken ibadet yerleri oluyor. Küçük bir şehre göre oldukça fazla sayıda olduğunu söyleyebilirim. Ben hiçbirinin içini ziyaret etmedim. Dışardan en ihtişamlı gözükenlerden biri Saint Paul’s Cathedral. Bu katedralin bulunduğu meydan ise Avrupa’nın klasik etrafı mağazalar ve yeme-içme yerleriyle çevrili meydanlarından.
Buraya yakında bir diğer kilise Church Saint-Jacques ise öteki kadar ihtişamlı olmasa da yine de oldukça büyük bir kilise.
En ilgi çekici olanı ise renkleriyle fark yaratan Saint Bartholomew’s Church, kırmızı beyaz tonlarında gördüğüm ilk kilise. Formu da biraz farklı olsa kilise yerine Charlie’nin Çikolata Fabrikası olabilir derdim:). 11. yüzyıldan bir kilise ama yakın zamanda renovasyonlarla aslında bu renklere bürünmüş.
Aslında uzaklardan fark edilmese de yanından geçerken ihtişamlı duran bir diğer kilise ise Our Lady of the Immaculate Conception Church. Bu kilise ise kiremit tonlarında, küçük ama cephesi süslü yapısıyla dikkat çekiyor.
Saint Lambert Meydanı’nda bir de Place Saint-Lambert eskiden katedrale ev sahipliği yaparken şu an hükümet binası görevi görüyormuş. Bu meydana gitme sebebim zaten burayı görmek değildi, tesadüfen geçerken konser sesi duyduğumda İtalyan kültürüne dair bir etkinlik yapıldığını fark ettim. İtalyan bir sanatçı şarkı söylerken Belçika halkı dans ediyor, aperol spritz’lerini yudumluyordu. Özellikle yaşlılar kendilerini ortaya atmaktan çekinmeyip eğleniyorlardı, hayranlık uyandırıcı.
Saint Lambert’e yakın Opera Binası (Opera Royal de Wallonie) var, birçok şehirde opera binası gördükten sonra en etkileyicisi olduğunu söyleyemesem de merkezde olduğundan geçerken görülebilir. Opera bileti almadığımdan içi hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Yine bu civarda anladığım kadarıyla konser, tiyatro gibi etkinlikler Forum’da yapılıyor, ben önünden geçerken bir etkinlik için sıra vardı.
Bir de dışarıdan sanatsal bina olduğunu gösteren Philharmonic Hall of Liege var, bina üstündeki işlemeleri ve akşam mora çalan aydınlatmasıyla kendini belli ediyor. Bence Opera Binası’ndan daha ihtişamlı. Yorumu fotoğraflar üzerinden size bırakıyorum.
Kiliselerden sonra gezerken en dikkat çeken şeylerden bir diğeri heykelcikler. Adım başı heykelle karşılaşıyorsunuz diyebilirim. La Boverie Müzesi’nin bahçesindeki Le Faune mordu – Jef Lambeaux 1903 en dikkat çekenlerden. Heykel birçok ödül kazanmış ve bir dönem koyu Katolikler tarafından zarar görmüş. Heykelde çıplak kadın ve erkek figürü olup kadının erkeğin kulağını ısırması aşırı dinciler tarafından beğenilmemiş olabilir tabi.
Le plongeur et son arc dikkatimi çeken bir diğer heykeldi, tam nehir kenarında dalmaya hazır bir yüzücü. Birazdan detaylı bahsedeceğim meşhur merdivenleri çıkmaya karar verirseniz sizi karşılayan oldukça büyük bir heykel var, Monument au 14ème Régiment de Ligne. 1. Dünya Savaşı’nda savaşan birliğin anısına dikilmiş. Bazı çektiğim heykelleri ise haritada sonradan bulamadım maalesef. Bu arada hiçbiri özellikle gittiğim heykeller değildi, zaten yol üstünde karşınıza çıkacaktır.
Gelelim Liege’nin en meşhur noktalarından birine Montagne de Bueren, 374 basamaklı merdiveni. Merdiven başında dururken, Lizbon’dan daha fenası varmış diye düşünüyordum. Baktım Belçikalılar spor olsun diye merdiveni inip çıkıyor, ben de çıkmaya başladım. Merdiven üstündeki özellikle kırmızılı ev hoştu, ama arkama dönüp baktıkça havanın manzara görmeme yardımcı olmayacağını anlamıştım. Neyseki çok zorlanmadan merdivenleri çıktım.
Bu basamaklardan biraz ileride yukarıda bahsettiğim heykeli görüp yanındaki merdivenlerden daha da yukarı çıktım. Normalde manzara noktası olan yer puslu bir havadan fazlasını maalesef veremedi ama yeşilliklerle kaplı yürüyüş yolu olan heykelin arkasındaki park oldukça güzeldi. Bu parkta Van Luik Kalesi duvarlarının etrafında dolanıyorsunuz, park dediysem orman demek daha doğru belki oldukça büyük ve ağaçların da yoğun olduğu bir alan.
Heykelin biraz ilerisinde de Belvedere manzara noktası var. Orada manzara biraz daha iyiydi ama yine de güneşli bir gün olsaydı daha anlamlı olurdu. Bu arada yürüyüş yolu dedim ama Belçika halkı koşmayı çok seviyor, her yerde koşuyorlar; nehir kenarı, orman, sokaklar.. Uzun vaktim olsaydı ben bu alanda bol oksijenli bir yürüyüşe hayır demezdim.
Buradan dönüşte Montagne Bueren yerine daha ileri gidip farklı merdivenlerden indim. Zaten ileri gittiğinizde yol sizi bir tek bu merdivenlere götürüyor. Yol üstündeki evler adeta maket gibi, çok tatlılar. Buradan Au Peri üzerinden Prince-Bishops’ Palace‘a iniyorum. Burası aşağıdaki fotoğraftan da anlaşılacağı üzere oldukça ihtişamlı ve hoş bir yapı. Yapının dış cephesindeki birçok küçük heykelcikler var. Hemen çaprazında da oldukça modern bir bina mevcut : Palais de Justice. İnişte geçtiğim sokaklarsa bana Edinburg’u andırıyor.
Bunlar dışında nehir kenarında yürümek çok keyifli. Pazar günü kıyıda bir pazar da kurulmuştu, oldukça da hareketliydi. Evleri de tatlış olduğundan sokaklarında kaybolmak da güzel bir seçenek.
Alışveriş yapmak isterseniz Mediacite oldukça büyük bir AVM, Primark’tan Zara’ya birçok marka var. Bir de çok tatlış bir mağaza gördüm, özellikle vitrini takı tasarımlarına çok uygun bir şekilde tasarlanmıştı ancak maalesef kapalı olduğundan gezemedim, takı seviyorsanız öneririm.
Liege’de Müzeler
Müze gezmeyi çok düşünmesem de Haziran ayının ilk Pazarı birçok müze ücretsiz olduğundan bu fırsatı kaçırmadım. 3 saate 3 müze sığdırdım. Tabi daha fazlası da var ama ben görülmesi gereken müzelerde ilk bunlara rastladığımdan tercihim kısıtlı zamanda bu yönde oldu. Örneğin Akvaryum da oldukça yüksek puan almıştı, çocuklarınızla geliyorsanız düşünebilirsiniz. Gerçi Akvaryum’da bu ücretsiz olma özelliği geçerli mi bilemiyorum.
Walloon Life Müzesi
Bunlardan ilki Walloon Life Museum‘du. Burası en sevdiğim müzelerinden biri oldu, keşke daha fazla İngilizce açıklamaya da yer verseydi. Bölge ve insanların yaşayışı, tarihi hakkında güzel bilgiler veriyor. Özellikle 2. kattaki ekranda İngilizce videoları izlemeyi atlamayın derim, böylece müze geziniz daha anlamlı olur. Bir de bu müzede güzel bir düzen vardı, yerdeki numaraları takip ederseniz hiçbir şeyi kaçırmadan görmüş olursunuz. 1. katında da çocuk oyuncakları vardı. Ben özellikle kıyafetlerinin ve porselenlerin olduğu bölümleri sevdim. Bir de ExpoPack 360 diye ayrı bir sergi yer alıyordu, hayatımızda yer kaplayan plastik, karton malzemeleri çarpıcı bir şekilde fotoğraflamışlardı. Para verip girecek olsaydım sanırım bu müzeyi tercih ederdim ama Fransızca bilen bir arkadaşınızla daha anlamlı olur.
Le Grand Curtius
Le Grand Curtius ise gezdiğim ikinci müze oldu. Burası iki bölümden oluşuyor. Bir bölüm arkeolojik bulgular ve ayrıca Liege’nin dini tarihine dair bilgiler veriyor. Diğer taraf ise silah yapımında önemli bir yer tutan Liege’nin silah yapımına dair tarihini anlatıyor. Benim en az sevdiğim bu müze oldu. Silahlara ilgiliyseniz sevebilirsiniz, çünkü buradaki koleksiyon oldukça detaylı ve kapsamlı, bu bölüm 3 kattan oluşuyor. Müzenin bir noktasında binanın daha eski ve ihtişamlı bölümüne geçtik, merdiven trabzanları, salonlardaki altın yaldızlı ince döşeme ayrıntıları güzeldi. Sanıyorum tek beğendiğim yeri diyebilirim. Kafesi de mevcut ve oldukça kalabalık.
La Boverie
Son gittiğim müze ise Modern Sanat Müzesi olan La Boverie idi. Burada hem kalıcı bir koleksiyon hem de geçici sergiler var ancak sadece kalıcı koleksiyon ayın ilk Pazarına özel ücretsiz. Ben de sadece bu bölümü gezdim. Görece daha önce gittiğim modern sanat müzelerine göre küçük fakat farklı türlerden eserler barındıran bir müze. Bazı eserleri beğenmekle birlikte herkesin sanat zevkine hitap edip etmeyeceği tabi değişecektir. Bu alan çok büyük olmadığından yarım saat gibi kısa bir sürede gezebildim.
Müzenin bulunduğu park Parc de la Boverie oldukça güzel, hatta Türk bir gelin damat burada fotoğraf çekilmeye gelmişti, adeta kendimi Türkiye’de hissettim ama Türk olduğumu çaktırmadım.
Bu arada sanata ilginiz varsa Christine Colon Galerie‘yi de ziyaret edebilirsiniz, ben önünden geçtiğim sırada kapalı olduğundan gidemedim.
Liege’de Restoran ve Kafeler
Liege’de merdivenlerin bulunduğu tarafta çok daha güzel kafeler var, pub ve restoran içinse Rue St paul caddesi çok hareketli olduğundan tercih edebilirsiniz.
Cafe Constantin
Küçük ama hoş ambiyansı olan bir kafe, turistik olan bir bölgede yer aldığından sanıyorum kalabalık oluyor ancak ben Pazar günü açılış saatinde gittiğimden boştu. Sonraki saatlerde önünden iki kez daha geçtim ve hep doluydu.
Kurabiyeleri efsane, ben sabah sabah hafif olsun diye muzlu çikolatalı ve şeker içermeyeni denedim ve bayıldım. Çalışan çocuğun favorisi de 3 çikolatalı olanmış ama oldukça yoğun olduğunu söylediğinden es geçtim. Burada yaşasam bağımlılık yapardı diye düşünüyorum. Kahvesi de oldukça iyiydi.
Sam’s Coffee House
Liege’in tüm gençliği ve orta yaşlıları pazar sabahı nerede diye sorarsanız Sam’s Coffee House’da diyebilirim. Keza çok yer rezervasyonlu ve doluydu. Hem kahvaltı için bol seçenekleri hem de güzel gözüken tatlıları vardı, ben sadece cappuccino aldım ve ortamın keyfini çıkardım. Dekorasyonu oldukça hoş, şık ve rahat kendine özgü bir havası var. Bu kadar popüler olmayı hak ediyor kesinlikle. Burada otururken yanıma çok yaşlı bir teyze kızıyla geldi, onun yavaş ve dikkatli adımlarını izlerken çok duygusallaştım. Tam bu duygusallığa gömülecekken Belçikalı olduğunu düşündüğüm bir kız Türk bir çocukla Türkçe konuşmaya başladı, Türkçesi de oldukça iyiydi. Kalkarken yanlarına gidip kıza çok iyi konuştuğunu söyledim cesaretlendirmek için, keyifli bir anı oldu.
Le Grand Curtius’dan Sam’s’e giderken aşağıdaki murale rastladım, Sammy’s’e oldukça yakın. Görmek isterseniz bakınabilirsiniz diye bırakıyorum.
Mex y Fresh
Hızlı ve uygun fiyatlı bir şeyler yemek istediğimden yüksek puanlı bu Meksika restoranını tercih ettim. Burrito içine istediğinizi koydurabiliyorsunuz, bir et iki de sebze olmak üzere. Oldukça büyük bir porsiyonları var, lezzeti de fena değil. Ortamının çok bir özelliği yok, sadece Sol bira şişelerinden ışıklandırma yapmaları hoş olmuş diyebilirim. Kaselerinden de tercih eden çok vardı.
Le Théâtre du Pain
Kahvaltıda kruvasan için oldukça uygun fiyatlı ve yüksek puanlı olan Le Théâtre du Pain ‘i tercih ettim. Tatlıları ve ekmekleri çok güzel gözüküyordu, pazar sabahı kahvaltı için bir şeyler almaya gelen çoktu, kruvasan ise lezzetli olsa da yeteri kadar çıtır değildi. İsterseniz içeride birkaç masası da mevcut, oturup bir şeyler de içebilirsiniz.
Ben buradan sonra Cafe Constantin’e gittim, tam karşısında Une Gaufrette Saperlipopette yer alıyor ve her şey çok güzel gözüküyordu, bu kadar güzel gözükeceğini ve tercih edildiğini bilseydim kesinlikle orayı tercih ederdim ama daha kalabalıktı.