Başlamadan Önce Okuyucularıma Kısa Bir Not: Bu yazımı yayınlamak Mart’a kaldı ama Kasım’ın ilk haftası Lizbon’daydık. Doğumgünümü Lizbon’da mı Porto’da mı kutlasam diye çok düşünüp Lizbon’a karar verdim ve sonuç 31 Ekim akşamı Porto’dan Lizbon’a geçtik yani tam dogümgünümden bir gün önce:) Yeme-içme durakları hakkında daha detaylı ayrı bir yazı yayımlayacağımdan burada kısaca mekanlardan bahsettim. Hazırsanız Lizbon’u gezmeye başlayalım.
Lizbon’a Porto’dan otobüsle geçiyoruz. Akşam 22:00 civarı otobüsten indiğimizden istikametimiz doğrudan taksiyle otel oluyor. Fiyatlar taksiyle gitmek için özellikle de birden fazla kişiyseniz uygun diyebiliriz. Taksicinin otelimizi hiç duymamış olması biraz ürkütse de kolayca buluyoruz.
Lizbon’da Konaklama
Konaklama için R. Maria Andrade durağı yakınındaki Lizbon City Hollywood Oteli tercih ettik. Metro durağı olarak ise Intendente’ye yakın. Otelimiz konumu itibarıyla oldukça merkeziydi diyebilirim. Tramvay ve metro durağı da çok yakınında olduğundan yorgun ya da soğuk zamanlarda rahatça otele varabildik.
Martim Monitz Meydanı da farklı bölgelere ulaşırken sıkça geçtiğimiz bir meydan oldu, buranın arka sokakları göçmen ağırlıklı olduğundan biraz tekinsiz. Dolayısıyla Martim Monitz’in doğrudan çevresini önermem. Rua de palma üzerindeki ya da bizim otelimizin bulunduğu daha üst bölgeyi tercih edebilirsiniz. Bu bölge dışında daha turistik olan tarafı Baixo Chiado, Calhariz ve üstleri de tercih edilebilir. Geç saatlerde bu bölgelerde bulunmamıza rağmen tekinsiz hissetmedik.
Lizbon’da Görülecek Yerler ve Yeme İçme
Bu başlığı açarken Lizbon’da gerçekten görülecek yer var mı diye düşündüm ve güldüm. Lizbon turistik geziden ziyade sanki yemeye içmeye keyif yapmaya gelinecek bir yer gibi. İllaki görülmesi gerekir diyeceğim bir müzesi, kilisesi vb. bir turistik noktası yok bence.
Yıllar önce Sabancı Müzesi’nde Lizbon’u İstanbul’a benzeten fotoğrafların olduğu bir sergiye gitmiştik, bekliyorum ki bir İstanbul’dayım hissi gelsin ama hiç öyle hissetmedim. Lizbon’un daha kucaklayıcı olmasını bekliyordum belki, ama nedense pek de öyle gelmedi. Hatta tek benzeyen şey girişte koyduğum fotoğraf diyebilirim. Bir kere yokuşları ve merdivenleriyle yorucu bir şehir. İstanbul da yokuşlu ama Lizbon’un yanında bizim yokuşlar hafif kalır. Her yeri Balat yokuşları gibi düşünebilirsiniz. Bir de denizden tepelere doğru esen rüzgarı eklenince sizi daha da yoruyor diyebilirim. Şehrin büyüklüğünden bağımsız yürüyerek gezemediğim şehirler beni tam içine alamıyor sanıyorum. Bir şehrin sokaklarında kaybolmak varken metro ağlarında kaybolmak pek benlik değil.
İlk gün gezimize otelimize yakın ThankyouMama‘da bagel ile kahvaltı yaparak başlıyoruz ve genel olarak memnun ayrılıyoruz. Sonraki istikamet ise manzara noktalarından Miradouro dos Barros. Hemen Graca Park’ın üstünde yer alıyor. Belki güneşli bir günde daha güzel manzaralar sunabilir ama bizim manzaralara kıyasla oldukça yavan sanki. Kiremit çatılı evler, az biraz yeşillik ve çok da bir etki yaratmayan köprü manzarasından ibaretti gördüğümüz; yani İstanbul da böyle diyebilirsiniz ama İstanbul çok daha fazlası. Güzel bir havada gittiyseniz Graca Park da lokallerin vakit geçirmek için tercih ettiği yerlerden biri.
Bu bölgedeki sokaklarda duvar resimlerine de rastlayabilirsiniz. Miradouro dos Barros’un az ilerisindeki duvar resmi bizi manzaradan daha çok çekiyor açıkçası. Bu bölgede Lizbon’un en güzel evlerinin bulunduğu sokaklardan biri de yer alıyor, Vila Berta. Çiçeklerle bezenmiş bahçeleriyle müstakil evler keyifli bir sokağa dönüştürmüş burayı.
Buradan Costa de Castelo üzerinden arnavut taşlarıyla döşeli yokuştan aşağıya inerek Escadinhas de São Cristóvão ‘da yer alan Fado Vadio muraline (Mural Graffiti Fado Vadio diye arayabilirsiniz) ulaşıyoruz. Biraz daha aşağılarda bizi farklı muraller de karşılamaya devam ediyor. Duvar sanatı sevdiğimden en keyif aldığım yerlerinden oldu diyebilirim, tabi yokuşları saymazsak. Bu arada kısa bir dipnot akşamları da Fado grafitisi civarındaki merdivenlerde oturup müzik yapanlar ve dinleyenler oluyor. Akşamki havası da oldukça farklı ve keyifli.
Bu dar yokuşlu arnavut taşlı sokaklarda hem butik dükkanlar hem de kafe/restoranlar mevcut. Cafe da Garagem işaretlediğim yerlerden biri ama henüz açılmadığından sonraya bırakıyoruz. Sonrasında Rossio Meydanı‘ndan geçiyoruz, tabi tek ilk günümüzde değil, merkezi olduğundan sıkça yolumuz düşüyor bu meydana. Meydanda hediyelik eşyalardan tutun sıcak şaraba, Portekiz’e özgü yiyeceklere birçok tezgah var. Bizim yerimiz yok tabi, hediyelikleri de daha sonraya bırakıyoruz. En son gün Portekiz’e özgü çinilerin basılı olduğu kitap ayraçlarından hediye alıyoruz.
İlk günün devamında ise Lavra fünikülerine biniyoruz. Füniküler biletini iki kez kullanabiliyorsunuz, farklı bir günde bineceğiniz farklı bir füniküler de dahil. O yüzden biletleri çantaya atıyoruz. Füniküler deyince aklınıza Kabataş’taki gibi bir füniküler gelmesin, zira bu fünikülerler açık havada gidiyor ve açılabilir camlarıyla havadarlar. Zaten gittikleri yol da çok kısa genelde ama sizi yokuş derdinden kurtarıyor. Yani o kadar yokuş ki o kısalığına bile razı oluyorsunuz:) İşin esprisi bir yana burada meşhur olduğundan fünikülerini de deneyimlemek istedik.
Fünikülerden inince yakınlarda işaretlediğim Jardim do Torel ‘i görüyoruz haritada. Etrafındaki konaklar, evler oldukça hoş. Park eminim yazları daha canlı ve güzel oluyordur ancak hava soğuk olduğundan parktaki tek kafe bile kapalı. Parktan çıkıp Campo dos Mártires da Pátria yoluna doğru ilerliyoruz. Bu yolda oldukça şık restoranlar var, karşıdaki parkta da bir restoran gözümüze çarpıyor. Not alıp akşam için uygunluklarına bakmayı planlıyoruz ve otele dönüyoruz. Bugün benim doğumgünüm ve hala nerede kutlayacağımız belli değil. İnanabiliyor musunuz? 🙁 Hava soğuk,biz daha şimdiden yorgunuz. Doğumgünümü nerede kutlasak diye spotter arkadaşlara soruyorum. Bir an önce rezervasyon yaptırmazsam nata yiyerek kutlayacağız sanırım.
Biraz sokaklarda oyalanıp açılış saatinin geldiğini fark ettiğimiz Cafe da Garagem‘e gidiyoruz. İlk doğumgünü kutlamam kek ve kahveyle burada, Lizbon manzarasına karşı. Manzarada yer bulabiliyoruz, umarız tek şansımızı burada harcamamışızdır. Kafe keyifli, kek de lezzetli. Sonrasında akşam için rezervasyon yapıp üstümüzü değiştirmek için otele dönüyoruz.
Parkın oralarda beğendiğimiz restoranlardan biri Clara Jardim, zira puanları da yüksek ama yorumları okuyunca fiyatları da yüksek gibi gözüküyor. Parkın içerisinde yer alan La Villa ise bir tık daha uygun durmakla birlikte yüksek puanlı bir restoran. Kararımız La Villa’dan yana oluyor. Akşam için rezervasyon yaptırıp yollara atıyoruz kendimizi.
La Villa hoş, romantik bir İtalyan restoranı. Garsonlar biraz fazla ilgili ama keyif kaçıran bir durum yok. Burada sürahide sangria alınca epeyce çakırkeyif oluyorum ben, Semiha’nın kolunda gidiyorum otele kadar. :))
İkinci gün kahvaltımız Maria Food Hub‘da, ekmek üstü lezzetlerle. Porsiyonlarının küçük olması dışında ortamı ve lezzetleri beğeniyoruz. Ardından Sintra’ya gitmek için Rossio tren garına gidiyoruz. 24 saa boyunca toplu ulaşımda kullanılabileceğimiz biletimizi alıyoruz. Zira yürümek zor buralarda. Sintra’da da aynı bilet geçiyor diye okumuştuk ama gelin görün ki yalanmış. Sintra gününde şansımıza hava yağmurlu. Pena Palace’a gittiğimizde ise üstüne bir de sis çöküyor. Kimin nazarı değiyor bilmiyoruz.
Sintra tren garından Pena Palace’a giden hop on hop off’lar toplu taşıma diye geçse de çok turistik ve pahalı, neyseki yol virajlı da olsa adeta Büyükada’daymışsınız gibi ağaçlarla kaplı ve keyifli. Pena Palace‘a gitmeden önce bahçeden istediğiniz fotoğrafları hayli hayli alırsınız içeri girmeye gerek yok diyenlere güvenip bahçe bileti alıyoruz. Bahçede yeşillikler için gezmek keyifli, kiosk’tan kahve alıyoruz ama almaz olaydık, zira o kadar sert ki midemiz mutsuz. Tam fotoğraf çekilmek isteyeceğimiz bölgeye geçecekken, yani Pena Palace’ın surlarına, bahçe bileti burada bitti diyor. Hediyelik eşya dükkanında sarayın devamını da görmek için bilet satılıyor ancak tam öğle arasına denk geldiğimizden uzun uzun bekliyoruz. Yani siz bizim yaptığımız hataya düşmeyin, aşağıdaki otomatlardan hem iç hem dış bileti alın.
Sarayın içi de çok hoş bu arada ama kalabalıkla gezmek biraz zor, herkesin saat dilimi olduğundan belli bir sayıda insan aynı anda kuyruk şeklinde giriyor. Pena turu bitince restoranında yemek yiyoruz. Balıktan ve hatırladığım kadarıyla muffin gibi bir tatlısından alıyoruz. Balık çok tuzlu. Muffini ise beğendik. Pena Palace’dan çıkınca aynı otobüs biletiyle dönüşü de yapabiliyorsunuz. Merkezinde inip biraz etrafı geziyor ve Netflix’te Somebody Feed Phil programında Phil Rosenthal’in ziyaret ettiği Piriquita‘da meşhur tatlısından (Travesseiro) yiyoruz, yani çok da meşhur olacak bir tatlı mı tartışılır, bir nata etkisi bırakmadı. Sintra aslında 1-2 gece geçirmek için ideal. Haftasonu Ağva’ya kaçmak gibi, merkezi Pena Palace gibi kalabalık da değil.
Dönüşte önce Rossio’da trenden iner inmez Ginjinha Sem Rival‘a gidip bir shot ginja atıyoruz. Boğazımı güzelce yakıyor, içimi ısıtıyor, bence şifa kaynağı:)
Ardından Timeout Market‘te Manteigaria‘ya gidiyoruz veee Lizbon’daki en lezzetli natayı yiyoruz. Düşünürken bile ağzım sulandı. Timeout Market’te atıştırmalık kroketler de alıyoruz ama natanın o kadar etkisindeyim ki nereden kroket aldığımızı asla hatırlamıyorum.
Fado dinlemek için Alfemo bölgesine geçiyoruz, bu bölge keyifli, sanki tavernaların olduğu bir Yunan kasabası gibi ancak her yer aşırı turistik, para koparma peşinde. Tek turistik olmayan yerde de ana yemek yememiz gerekiyor fado dinlemek için ama çok tok olduğumuzdan Fado’yu başka bir ziyaretime bırakıyorum. Buraya gelmişken barlardan birinde bira içiyoruz. Ardından lokal önerilerinden olan bir kokteyl mekanı Foxtrot‘a geçiyoruz. Keyifli bir gecenin ardından biraz zorlu da olsa otelimize dönüyoruz, zira gece tramvayların duraklarında değişik oluyormuş, siz Maps’e çok da güvenmeyin:(
Üçüncü gün kahvaltı için biraz uzaklara turistik bir noktaya gidiyoruz, Breakfast Lovers için internetten rezervasyonumuzu tabiki gitmeden yapıyoruz. Gerçi içeri girdiğimizde rezervasyon soran olmuyor ama neyse. Porsiyonlar kahvaltı için aşırı büyük ve kişnişli 🙁 Bu arada Lizbon’da kişniş birçok noktada sorun, yani sevmeyenler için. Nedir bu kişniş sevdası anlamış değilim.
Ardından tramvayla LXFactory‘e gidiyoruz, burası eski bir fabrikanın aktif hale getirilmesiyle kafe, restoran ve butiklerin olduğu canlı bir mekan olmuş. Alanda güzel muraller de mevcut.
Birçok kafe arasından oturmak için Ohbrigadeiro‘yu tercih ediyoruz ve içeri girdiğimizde tatlılardan yükselen kokuya hayran kalarak Belem’e nata yemeye gidecek olmamıza ve kahvaltının büyüklüğüyle tok olmamıza rağmen minik antep fıstıklı toplarından alıyorum. Buradan ayrılırken aklım kalmıyor değil ama maalesef merkezde bir şubesi yok.
LXFactory’de bir diğer ziyaret noktası bir kitapçı: Ler Devagar. Lizbon araştırmalarınızda kitapçının içinde havada uçan bir bisiklet maketi gördüğünüz yer burası. Porto’daki kitapçıdan sonra burası kocaman geliyor. Sadece kitapçı demek yanlış olur tabi, içinde sergiler de mevcut, plaklar da satılıyor, sanıyorum zaman zaman farklı etkinlikler de oluyor. Ayrıca içinde bir kafe de mevcut ama biz gittiğimizde açık değildi.
LXFactory’den Belem’e tramvayla az bir yolumuz kalıyor. İndiğimizde önce Belem Kulesi‘nin orda fotoğraflarımızı çekiyoruz. 15. ve 16. yüzyıllarda Portekiz’in Kaşifler Çağı’nı kutlayan Kaşifler Anıtı‘na doğru sahilden yürüyüp burada da fotoğraf almaya çalışıyoruz ama kalabalık turist grupları buna büyük bir engel. Bu anıt Hindistan’a ve Doğu’ya giden gemilerin kalktığı noktaya yapılmış.
Kaşifler Anıtı’na giderken gördüğümüz deniz kenarındaki küçük kulübelerden birinden Sangria alıyoruz, yandaki karavanın da Meksika yemekleri müthiş kokmuyor değil ama nataya saklıyoruz midelerimizi. Deniz havasıyla etraftaki insanları izleyerek piknik masalarında sangrialarımızı yudumlamak keyifli.
Belem’deki son durağımız meşhur Pasteis de Belem. Sıraya bakmayın çabuk ilerliyor. Take away ve oturmak için ayrı sıralar var, eğer alıp gidecekseniz uzun sırayı beklemeyin. Pasteis de Belem natası ılık ve taze olmasına rağmen maalesef Manteigaria kadar damaklarımızı mutlu etmiyor.
Merkeze döndüğümüzde Principe Real taraflarında Empanada Union‘a gidiyoruz. Portekiz’de Hintlilerin işlettiği bir empanadacı konsepti beklemiyorduk. Masalar biraz küçük, empanadalar baharatlı:) Tam doyamadan kalkıyoruz.
Akşama Palma‘da bir kokteyl ve tekila kaplı kızarmış karideslerle devam ediyoruz. Ne yapalım yaşamayalım mı? (Aile Yalanları oyununu izleyenlere selamlar :))
Geceyi Portekiz’de en sevdiğimiz mekanlardan birinde Casa Independente‘de sonlandırıyoruz. Casa Independente işgal edilmiş bir bina, bir katında müzik/DJ performansları var, ortada avlusu, üst kat vintage dizayn edilmiş. Kendine özgü; gençlerin ve genç kalanların takıldığı bir mekan. Vakit geçirmekten keyif aldığımız bir gece, hem de yeni bir Portekizli sanatçıyla tanışıyoruz. Nova Norda ve Nil Karaibrahimgil tarzı genç bir kadın, gezinin eğlence dozunu da burada almış oluyoruz. Konserler olduğunda giriş ücretli. Instragram sayfasından programlarını takip edebilirsiniz.
Dördüncü günümüze Mendo Cafe‘de başlıyoruz. Sonra Baixa bölgesine alışveriş caddesine devam ediyoruz. Bildiğimiz markaların mağazalarına şöyle bir göz gezdiriyoruz. Alcoa önünden geçerken ödüllü tatlılarından birini deniyoruz ama ödül kazanacak kadar müthiş bir tat bulamadık.
Buradan sahile doğru gidiyoruz, giderken Fabrica Nata‘yı görüp mutlu olsak da maalesef Porto’daki lezzeti bulamıyoruz. Sahile giderken tezgahlarda satıcılara rastlıyoruz, biraz tezgahları gezip Ponto Final’e gitmek üzere feribota binmek için limana gidiyoruz. Feribot biletleri içerde satılıyor ama biz 24 saatlik biletlerimize yeniden yükleme yapıyoruz. Ponto Final‘de yer bulabilecek miyiz hiç emin değiliz, keza bu da Phil Rosenthal’in programda önerdiği deniz kenarı salaş-şık denize sıfır balık restoranı. Çok da umut bağlamayarak şansımızı deniyoruz. Karşı kıyıda çok bir atraksiyon yok ama Ponto Final için değer mi? Kesinlikle.
Böyle lezzetli, posriyonları büyük ve manzaralı bir yemeği içki de dahil olmak üzere İstanbul’da en az 3 katına yerdik sanıyorum, lezzeti de soru işareti olurdu muhtemelen. Yaz olmaması ve henüz akşam yemeğine gelinmemiş olunması yer bulmamızı sağlıyor sanırım. Burada uzunca vakit geçiriyoruz. Bir noktada kahkaha atıp bir noktada ağlarken buluyoruz. Burayı ilk annemle pandemi dönemi Netflix’te görüp gelmeye karar vermiştik, Lizbon listemizde sırada en başlarda yer alıyordu. O zamanlar gidemeyeceğimiz aklımın ucundan bile geçmemişti. Yarınlara bıraktığımız başka yerler gibi Lizbon da annem için gelmeyecek yarınlara kalmıştı. Yalnız kaldığım bir vakit aklıma bunlar geliyor, duygulanıyorum. Sonra Semiha geliyor, birlikte ağlıyoruz. Yazarken yine duygulandım ama neyse:( O kadar memnun kalıyoruz ki Euro bahşişimizi bile bolca bırakıyoruz. Dönüşte gün batımına denk geliyor deniz kenarında yürüyüşümüz, gün batımında da gerçekten ayrıca güzel. Yaz dönemi gelirseniz mutlaka gün batımına yemeğe gelin, pişman olacağınızı sanmam.
Dönüşte Bica Funicular önünden geçince lk gün bindiğimiz fünikülerden kalan biletimizi de kullanmak için binmeye karar veriyoruz. Yine kısa bir yolculuk ama olsun. Bugün son akşamımız olduğundan Timeout’a tekrar gidip Manteigaria ‘ya uğruyoruz, Semoş arkadaşlarının siparişlerini ve yolluklarını alıyor. Tabiki son natalarımızı yemeden de dönmüyoruz.
Ardından Janis Cafe‘de dışarıda kahve içiyoruz, içerisi de loş ama şık. Çiftler için de güzel bir date mekanı olabilir.
Gününden emin olamadığım bir de A Ginginja‘da ginja denememiz var ama Sem Rival kadar boğaz yakmıyor, daha tatlı. Ben alkol oranını Sem Rival’de daha iyi buldum.
Son gün sadece kahvaltı için vaktimiz var. Savas Cafe minik ama tatlı bir kafe, Lizbon’a güzel bir veda oluyor. Son gün gezinin özetini temsilen kafenin az ilerisinde yer alan Lizbon’un uzayıp giden merdivenlerini çekiyoruz. Taksiyle havalimanına geçiyoruz. Havalimanında Duty Free’den ginjalarımızı da almayı ihmal etmiyoruz.
Lizbon Hakkında Genel İzlenimlerim
Lizbon’u açıkçası gitmeden önce daha güzel bekliyordum ancak Porto yazımda da bahsettiğim üzere Lizbon mu Porto mu sorusunun cevabı benim için Porto oldu. Bknz: Porto Gezi Rehberi. Lizbon’da daha çok mekan keşfi üzerine bir gezimiz oldu, keza mutlaka görülmesi gereken turistik noktaları yoktu. Yani bir tarihi yerleriyle büyüleyen Roma ya da Gaudi eserleriyle canlanmış Barselona havasını bulamadık. Tabiki hava da çok müthiş olmayınca, yokuşlar ve merdivenler daha da yordu. Şehrin büyüklüğü ve dağınıklığı da biraz zorladı. Lizbon’a yine gelir miyim, büyük ihtimalle evet ama mutlaka gelme gibi bir çabam olmaz, yolum düşerse de hayır demem. Yeni mekanlar açılır ben gidene kadar, keza Instagram’da karşıma kaçırdığım bazı güzel mekanlar da çıkıyor ama bir dahakine bu kadar uzun kalma planım olmaz. Belki deniz tatili için fena olmayabilir ama Türkiye bu ihtiyacı çok güzel karşıladığından yurtdışıyla karşılaştırmalarda tercihim Türkiye’den yana olabiliyor, dolayısıyla denemeden bir şey diyemiyorum. En iyisi siz kendiniz gidip bu şehri deneyimleyin ve sizde bırakacağı hisleri keşfedin.