Uzun zaman olmuştu yollara düşmeyeli, blog yazısı yazmayalı… Hayat bana durmamı emretmişti adeta. Sonunda birlikte yollara düştüğüm, onunla yeni yolların hayalini kurduğum insanı kaybetmek olacağını düşünmediğim, hiç istemediğim ama “hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir” cümlesini kalbime kazıyan kimine göre kısa bana göre çok uzun bir ara. Bu arada ben kendimle baş başa vakit geçirmeyi ve daha birçok şeyi öğrendim. Ama mesela yazarken bu yazıyı, yayınlamadan önce kim son bir gözden geçirecek sorusu düştü aklıma, bu da bana kaldı.. Düzenli takipçilerim için bu önsözü kısaca yapmak istedim.
Valensiya’ya ilk defa yıllar önce Büyük İspanya turunda annemle, ardından 2019 yılı Ekim ayında arkadaşımla gitmiştim, son olarak da geçtiğimiz Ağustos’ta tek başıma ordaydım. 3 defa gidilecek bir şehir mi derseniz ben son seferi şehri çok sevdiğimden değil, arkadaşlarımdan biri artık orada yaşadığından yaptım diyebilirim. Bu yazının sonunda bir önceki seyahatimden de bazı yerleri önereceğim.
Valensiya’ya doğrudan THY ile uçabileceğiniz gibi Madrid’den ya da Barcelona’dan tren ya da otobüsle geçebilirsiniz. İstasyonlar oldukça merkezi. Geçen sefer Madrid’den trenle 2 saat gibi bir sürede rahatça geçmiştik. Ben bu sefer Barselona’dan 4 saatlik bir yolculukla Alsa otobüsleriyle geçtim. Otobüs yolculuğu biraz serin olsa da genel olarak Wifi/ şarj gibi seçeneklerle genel olarak konforluydu. Yollar seyirlik miydi derseniz cam kenarı olmadığımdan mı yoksa ilgili çekici bir şey mi yoktu bilmiyorum ama etkinlendiğimi söyleyemem.
Arkadaşımın evi Valensiya’nın en hip ve merkezi bölgelerinden biri olan El Carmen’de, otobüs duraklarından 10 dakika bir yürüyüş sonrası sokağa adım attığımda yorgunluğuma ve açlığıma rağmen şehrin havasına girmiştim. Kısa bir hazırlanma sonrası yorgunluğuma aldırış etmeyip kendimi yemek için sokaklara atmaya hazırdım.
Tapas mı Kolombiya yemekleri mi? Barselona’da inatla tapas yemediğimden tabiki tapas. Tapas daha paylaşımlık, yavaş modda, sohbetlik bir yeme biçimi olduğundan arkadaşımla yemek üzere Valensiya’ya bırakmıştım. Bu vesileyle ilk durağımız Carmen’de bulunan Bodega La Rentaora oldu. Arkadaşım ördek yiyelim diye tutturunca karşı koymadım, yanına da daha alışık lezzetlerden Rus salatası ve humus aldık. Sempatik garsonumuz açsanız yetmeyebilir deyince ekmek üstü somon ve ördek de söyledik. İspanya’da çok yaygın olan kırmızı şarap, limon, soda karışımı tintodeverano da içecek seçimim oldu. Gerçi bunu geçen gelişimizden cava ile karıştırmışım ama olsun cavadan daha lezzetli bir seçenekti. Ördek gerçekten de çok başarılıydı, Paris’te yemiştim daha önce ama bu başka bir lezzetti diyebilirim. Rus salatası ve humus da başarılıydı ancak Türkiye’den gelen biri için çok özel olduklarını söyleyemem.
Restorandan çıkınca biraz meydanları gezinip gece için hazırlanmak üzere eve dönüp tekrar çıktık. Bu sefer Arjantinli arkadaşlar vesilesiyle kendimizi Latin müziklerin çaldığı bir kulüpte bulduk, Corona Beer Club. Yeni Latin şarkılarına aşina olmayan benim gibi yorgun kafalar için bir süre sonra sıkıcı olabiliyor, özellikle etrafınızda herkes bağırarak şarkılara eşlik ederken. Ayy yaşlanıyor muyum ne? Bir de İspanyolca öğrenenler bilir, Arjantin aksanı İspanyolca konuşma havanızı alııır çok uzaklara fırlatır. Yani asla ilk pratikler için uygun değiller bence, keza Arjantinliler’in İspanyolca aksanı en farklısı, harfleri farklı telaffuz ediyorlar, şimdiye kadar izlediğim filmler ve tanıştığım insanlardan gözlemlediğim. Birkaç dans, diyalog kurma çabaları, gece boyunca sadece tek şarkıya eşlik (Danza Kuduro) derken Cemre kaçar!
Pazar sabahı kahvaltısı markete giderken rastladığım Miga de Pan‘ın vejeteryan pizzası ve peynirli böreğiyle, canınız oralarda peynirli börek çekerse gidilebilir ama özellikle gidin diyeceğim bir yer değil. Kahvaltı sonrası arkadaşıma nereye gideceğimizi soruyorum, sen daha iyi bilirsin sen seç diyor. Haydaa! Ben hiç araştırma yapmadan rahat rahat gidiyorum arkadaşım orada yaşıyor diye, ama araştırma yapmak yine bana düşüyor. Port Saplaya diye bir yer çıkıyor karşıma Valensiya yakını sahilleri ararken, Venedik’e benzer evleri dedikleri anda çekiliyorum. Arkadaşım daha önce gitmiş, güzel bir yer olduğunu onaylıyor, arabayla yarım saatte varıyoruz.
Pazar günü sahil kalabalık, deniz dalgalı, tam çocukların yaptığı gibi dalgalarla oynamalık. Önce şu Venedik evlerini görmek için küçük limancığı tam bir tur dönüyorum. Bence Venedik’le alakası yok ama tatlı bir yer, hatta açsanız oturup bir şeyler atıştırabileceğiniz yerler de var ama sıcakta bu 15-20 dakikalık yürüyüş biraz bunaltıcı olabiliyor. Yolda beni tek görenler durdurup fotoğraflarını çektirtiyor, İspanyolca pratik yapmış oluyorum ufaktan. Bir çift önce çektirecek gibi olup sonra vazgeçtiler sanıyorum, kız meğersem yeri beğenmemiş sadece onu söylüyormuş, ben gidecekken İspanyolcasından değil ama nereye gidiyorsunuz bakışından anlayıp dönüyorum:) Sahile dönüp biraz güneşlendikten sonra karnımız acıkıyor, dönüş yolunda Gonzales & Co‘da taco yiyoruz, fiyatlar bence bir tık yüksek taco için ve sonuç da şaşırtıcı, kesinlikle daha iyilerini İstanbul’da yedim.
Pazar akşamımızın eğlencesi ise Latin dans atölyesi. Çoğunlukla lokallerin gittiği, arkadaşımın da daha önce katıldığı bu dans atölyesi plaja yakın büyük bir mekanda “Akuarela Playa” gerçekleşiyor. Belirli tarihlerde düzenlenen gecede Latin danslarının farklı türlerinde atölyeler oluyor. Mekanın farklı bölümleri var, her bölümde ayrı tarzda dans (salsa, bachata, kizomba gibi) ediliyor.
Biz önce biraz açıkhavadaki kısmı izledik, daha sonra bachata atölyesine katıldık. Bu dersin hocaları çok eğlenceliydi, hem hareketleriyle enerjik hem de espriliydiler. Tüm dersi İspanyolca anlatımlı sahnede hocalar gösteriyor, siz de karşınıza gelen partnerlerle bu hareketleri yapıyorsunuz. Genelde 2-3 hareketten sonra çiftleriniz değişiyor. Ben çiftli Latin danslarında zorlanıyorum ama zorlansam da eğlendiğim bir ortam oldu diyebilirim. Türkiye’den farklı olarak kimse yılışıklık yapmıyor. Sonrasında salsa atölyesiyle farklı hocalar devam etti, ama bu hocaların tarzı daha didaktik olduğundan ben pek keyif almadım. Atölyeler bitince de herkes dans etmeye devam etti, yani neredeyse herkes:) Ben iç sesime kulak vererek açık havada dans edenleri, gökyüzünü izlemeye karar verdim; çünkü artık iç sesim bana neyi istemediğini daha belirgin anlatıyor, duygusallaşıyorum birden, bir ağırlık çöküyor. Adımlar konusunda mükemmeliyetçi arkadaşımı bilenlerle biraz daha dans etmesi için kendi haline bırakıyorum, arada ısrarlarla içeriye dönsem de her fırsatta dışarı atıyorum kendimi.
İçerde dans ettiğim nadir anlardan birinde mekanın profesyonel fotoğrafçısının kadrajına takılmışım, dönünce haberdar oluyorum. Fotoğrafımız adeta İspanyol romantik komedi afişi olmaya aday değil mi sizce de, casting ajansına mı iletsek? Filmin ismi de “Aklı Havada” gibi bir şey olur herhalde:) Akşam 7 gibi başlayan atölyeden 10:30 gibi de ayrılıyoruz. Atölyelere Supersalseros websitesi ya da sosyal medya hesaplarından bakabilirsiniz.
Pazartesi günü istikametim Russafa. Buraya 2019’da geldiğimizde küçük, çoğunlukla vintage olan butiklerde alışveriş yapmış ve tatlış bir yerde bir şeyler yemiştik. Russafa’ya giderken yolum üstünde yer alan Mercado Central‘a uğruyorum, buranın tavanı çok güzel tam ortasında eskiden bir fotoğrafım var hatta tavana bakarken. Ardından defalarca karşıma çıkacak Valensiya Katedrali‘ne şöyle bir merhaba deyip kahvaltı için yola devam ediyorum.
Mercat meydanındaki kafeler dolu olunca kahvaltımı Passeig de Russafa üstündeki Pans & Company‘de kruvasan ve kahveyle yapıyorum. Valensiya’da neden mozzerallalı domatesli sandviçlerden yok:( Russafa’ya vardığımda ise tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum bu sefer, her yer kapalı, üstelik camda açık gün ve saatlerinde beni tam da orada olduğum saatler olmasına rağmen. Sokakları bir bir arşınlıyorum, biraz parkta oturuyorum ama tek bir yer bile açılmıyor. Bir tek Mercado de Russafa çevresinde uyguna takılar kıyafetler satan tezgahlar var, onlara biraz bakınıp kendimi yeşilliklere atmak üzere Parque del Turia’nın bir ucuna doğru yola çıkıyorum.
Park dediğime bakmayın aslında burası bir nehir ama daha önce bir sel baskını olup çokça hayat kaybı ve tahribat yarattığından nehri parka dönüştürüyorlar. Bu yüzden de çok uzun bir park, bir ucu Valensiya’nın meşhur turisktik noktası Ciutat de les Arts i les Ciencies, diğer noktası ise genelde lokallerin takıldığı göl etrafında yayılmaca modu Parc de Capçalera (adına şu an haritadan bakıyorum:)). Gölde ve çimlerde ördekler geziniyorlar, hatta bir grup çimlerdeki insanların piknik örtüleri etrafında toplanmış. Haftaiçi olduğundan sakin, bir şeyler yazmaya ilhamlık. Hikaye notları alınıyor, hayata dair bir şeyler karalanıyor elbette. Akşam eve dönerken her yerde göreceğiniz İspanya’nın adeta A101’i olan Consum’dan humus alıyorum. Humus 1 Euro ve çok lezzetli, bizdeki hazır ürünlere hiç benzemiyor:(
Arkadaşım bir arkadaşı tatildeyken köpeğine bakmaya karar veriyor ve birden hayatıma Yorkshire terrier cinsi bir minnoş olan “Guapo” giriyor, Guapo İspanyolca yakışıklı demek. Yakışıklılığı tartışılır ama tatlışlığı net:) Gecenin köründe köpekle koşarken buluyorum kendimi parkta, beni çok sevdi şapşik. Sevilecek insanı bir çırpıda anlıyor köpüşler;)
Salı günü kafe avına çıkmaya kararlıyım, çünkü Valensiya’da beni en çok zorlayan şeylerden biri kafelerin çoğunlukla tek tip köşe başı model olması. Ne tatlış kafeler, ne 3. dalgalar hiçbiri yok. Keşfetmekten keyif aldığım aniden karşıma çıkan o güzel bahçeler de.. Bakıyorum karşıma bir şey çıkacağı yok, internette arıyorum. Eve 5 dakika mesafede Mayan Coffees var. Hem merkezi (Serranos Kuleleri’ne bakıyor) olduğundan hem de herkes bu tarz kafelerin eksikliğini hissettiğinden bence burası çok kalabalık. Kalabalıklığını saymazsak Valensiya şartlarında oldukça iyi ama kahvesi benim için fazla sertti.
Bugün Carmen sokaklarını karış karış gezip geçen sefer gelişimizde bulduğumuz duvar resimlerini bulma günü ama çok başarılı olduğum söylenemez, sadece birkaçı bıraktığımız yerde… Nereye kayboldular diğerleri? İlerleyen günlerde bazıları karşıma çıkıyor neyseki, tabi yeni resimler de eklenmiş. Gün içinde yolum ikinci el kitapçılara düşüyor. Önce tesadüfen Aida Books&More‘da 3 Euro’ya İspanyolca bir kitap alıyorum. Ardından Barselona’da da uğradığım Re-Read‘e gidiyorum, Barselona’da olduğu gibi tek kitap 4 iki kitap 6 Euro. İki kitap da buradan seçip eve doğru yola koyuluyorum. Günün kalan kısmı Turia Parkı’nda Guapo’yu gezdiriyorum, yemek yiyen insan gördüğünde yanına gitmesi ve havlayarak yemek istemesi dışında her şey yolunda.
Akşam en keyifli meydanlarından biri olan Plaza de la Virgen‘deki Nou Micelet‘te Sangria yudumlayarak insanların ve sokak gösterilerinin tadını çıkarıyorum.
Ertesi gün rotam ilk olarak kahve için gözüme kestirdiğim yine bir nebze farklıymış gibi gözüken Trencat. Kahvesi fena değil, insanlar çoğunlukla brunch modu tercih ediyor, küçük bir kafe ama yer bulabildim neyseki. Sonrasında kendimi sokaklara atıyorum, öylesine yürüyorum. Plaza Espana tarafında Panaria‘da çikolatalı kruvasan yiyorum. Panaria dört bir yana yayılmış kafelerinden, çok albenisi olmasa da ürünleri ortalama bir lezzet sunuyor. Biraz daha dolandıktan sonra lokallerin oturduğunu fark ettiğim AmcoffeeBar‘da Americano yudumlayıp kitap okuyorum.
Bugün için rotamın son ayağı arkadaşımın da tavsiyesiyle Jardins del Real / Vivers, gerçekten çok keyifli bir park. Ufak bir yapay gölet var kenarında bir süre kitap okuyorum, ardından gezinmek için kalkınca parkın ne kadar büyük olduğunu alıyorum. Gezinirken karşıma bir kedi çıkıyor, serap mı görüyorum yoksa? İlk gün tanıştığım Arjantinlilerden biri İstanbul’da olup burada olmayan ne var ki demişti. Aa keşke kediler deseydim diye düşünürken bu kedi adeta yoo biz de varız demek için gönderilmiş gibi. Biraz sohbet etmeye çalışıyorum, ya dilimizi anlamıyor ya da alışık değil; şaşkınlıkla bana bakıyor. Neyse tanıştığıma memnun oldum, umarım başıma güneş geçmemiştir ve gerçek bir kedidir diyerek ayrılıyorum yanından. Burada bir de bilim müzesi ve oturmak için de bir kafe mevcut. Ben ikisini de deneyimlemeden ayrılıyorum ama park kendi başına da yetiyor zaten.
Bugünden sonrasını aslında çok merkezde geçirmiyorum. Akşam Albufera Turu‘na katılacağım, ancak bu ziyaretimi Valensiya yakınlarında gezilecek yerler yazıma saklıyorum. Bu yazıda daha merkezde kalmayı planlıyorum. Tura gitmeden önce El Carmen’deki Black Turtle‘da hamburger yiyorum, porsiyonlar büyük, hamburgerler ise biraz pahalıca, 10-15 Euro civarı, tat iyi.
Gece ben turdan döndükten sonra ise Fox Congo diye bir kulübe gidiyoruz El Carmen bölgesinde. Her ülkeden gençler burada. Gençler diyorum çünkü ortamın en yaşlıları biz gibi duruyoruz, lise değişim programı AFS ile falan mı gelmiş bunlar? Gece ilerledikçe o kadar kalabalıklaşıyor ki bir ara dans edecek yer bulamıyorum. Beni sarmadı arkadaşlar burada gece hayatı, üzgünüm. Oysa ne umutlarla gitmiştim. Tabi El Carmen dışındaki gece hayatını deneyimlemediğimden tüm Valensiya adına konuşamam.
Perşembe gününü ise Valencia’dan trenle 1 saat uzaklıktaki Cuenca‘da geçiriyorum, çok keyifli bir gezi oluyor, iyi ki gelmişim. Vakti olanlara tavsiye ederim, hatta burada bir gece de geçirebilirsiniz. Valensiya’ya döner dönmez karnım çok aç olduğundan tek odağım yemek, Via Dolce Cannoleria tercih edilen bir yere benziyor, içeri dalıyorum. Pizzalar lezzetli gözüküyor, iki büyük dilimi hızla bitiriyorum. Çalışanları da çok tatlış.
Perşembe gecesi yine meydanlarındayım, hatta Nou Micelet’e yine uğruyorum. Valensiya gece olduğunda süslenmeyi seven bir kadın gibi. Gündüz yanından geçip giderken farkına varmayacağınız kadar sıradan, geceleri ise tam tersine göz alıcı bir biçimde ışıl ışıl. Tam gün batımında pembeye çalan duvarlar güneşin ışıklarıyla renklerinin en güzel halini alıyor. Gece ilerledikçe de parıldıyor, tadını çıkarmaya davet ediyor, adeta seyri güzel bir kadına dönüşüyor. Şimdi yazarken farkına varıyorum, belki de arkadaşımın bu şehri sevmesinin arkasındaki farkında olmadığı nedenlerden biri bu.
Cuma gününü alışveriş amaçlı olmasa da farklı bir şey bulurum umuduyla mağazaları gezmeye ayırıyorum. Carrer de Colon üzerinde bilindik tüm markaların mağazaları var. Birer birer girip çıkıyorum, yenilik olmadığı gibi fiyatlar da Türkiye ile aynı ya da daha pahalı. Elim boş, hava sıcak, serinlik özlemiyle bir de AVM’ye gideyim diyerek Centre Commercial Saler‘ e doğru yürüyorum. Merkezden biraz fazla uzunca bir yürüyüş. Ciutat de les Artes i Ciencias’ın hemen karşısında bulunuyor. Burada daha farklı markalar mevcut, büyük bir Carrefour var, Consum’larda bulamadıklarınıza burada bakabilirsiniz.
AVM’de Jamaica Cafe‘de brownie ve cappucino ikilisini tercih ediyorum, tatlı olarak sadece çikolatalı kruvasan yemekten sıkılmıştım, iyi geliyor. Dönüşte otobüsle dönüyorum, ilk kez toplu taşıma kullanıyorum burada. Temassız kredi kartı okutabiliyorsunuz otobüslerde, büyük kolaylık.
Akşam sahile Patacona Plajı‘na geçiyoruz, deniz dalgalı, hava serin. Sahilde hamaklar ücretli olarak kiralanabiliyor ama güneşlenecek hava olmadığından Chiringuito denilen sahildeki küçük kulübelerde içki içmeye karar veriyoruz. Chiringo Patacona oldukça kalabalık ve biraz fazla gürültülü müziğiyle sohbet etmeyi zorlaştırıyor. Sahile daha tepeden bakan Chiringuito tres14‘e geçiyoruz, rahat koltuklarında içkimizi yudumlayıp sohbet ediyoruz. Burada insanlar ve köpekleri geceyi geçirecek gibi duruyor; ben de sahilden ayrılıp dönmek istemiyorum aslında. Denizin sesi, kendi küçük partilerini yapan insanlar, bence harika bir Cuma…
Eve döndükten sonra El Carmen’deki gece kulüpleri turlamamız başlıyor. İlk durak Radiocity ama henüz saat 11 olduğundan hareketlenmemiş. UNIC ise tıklım tıklım, üst kata geçebilirsiniz diyorlar. Sorun şu ki üst kata da müzik sesi yeteri kadar gelmiyor. Burası çok bilindik şarkıları çalıyor, Britney Spears Oops I did it again’den Eminem’e eğlenceli bir playlist sunsa da, insanlara çarparak dans etmek pek hoş değil. Üstelik kendinizi Türkiye’de hissettirecek erkek kitlesi burada da olunca.. Nerede bu Valensiyalılar? Hiç mi dans etmeye çıkmıyorlar? Neden hep turist dolu buradaki mekanlar? Geç saatlerde Radiocity ‘e geçiyoruz tekrar, ortam daha kaliteli, müzikler daha klas ama biz yorgunuz artık. Daha 4 sene önce sabah 4’lere kadar eğlenen ardından hayata devam eden bize ne oldu? Yaşlanıyor muyuz? Yaş 33 yolun neresi?
Cumartesi gününü sahilde geçiyoruz. Alicante tarafına giderken Calpe‘de bir plajda. Türkiye’de tabiki daha güzel plajlar var. Size plajları övecek değilim ama Turunç’u andıran bir yer bulduk diyebilirim. Ayrıca plajları övmemem plajda takılanları övmememle bir değil, yerde ya da denizde tek bir çöp gördüğümü hatırlamıyorum. Yüksek sesle konuşan grupları da..
Akşam ise Saler Plajı‘na meteor yağmurunu izlemeye gidiyoruz. Şehrin ışıklarından uzaklaştıkça yıldızlar daha da güzel parlıyor. Yanınızdakini göremeyeceğiniz kadar karanlık plaj, bazıları kendi ışıklarını getirmiş. Rüzgar tenimizi kesip geçiyor adeta, hesaba katmamıştık bunu. Denizin hırçın sesi içimi rahatlatıyor.
O an hem oradayım hem orada değilim. Dilek tutuyoruz kayan 1-2 yıldızda ya da düşen meteorda. Bir tarafım orada yıldızları izliyor arkadaşıyla, diğeri bir hayalin peşinde koşuyor. Diğer yanım belki orada belki başka bir sahilde yanında sevgilisiyle romantik bir yıldız seyrinin tadını çıkarıyor. Hissettiği güven ve sevgi mi onu ısıtıyor, birine sarılmak mı yoksa her ikisi mi bilmiyor ama o diğer yanım üşümüyor. Çok uzun duramıyoruz, 3-4 arası en güzel görülecek zamanmış ama arkadaşım zaten hasta ben de hasta olmamak istediğimden eve dönüyoruz. Diğer yanım geceyi sahilde geçiriyor, yeni güne orada merhaba diyor ama hiç yorgun hissetmiyor.
Pazar günü Guapo ile parkta bir gün geçiriyoruz. Dışardan bakan bir göz için tatlı bir aile gibi gözüküyoruz diyebilirim. Son birkaç gündür Valensiya’ya ısındığımı hissediyorum… Sonra deneyimlerimizin, kimlerle olduğumuzun ne kadar da bir yeri güzelleştirip çirkinleştirebildiğinin bir kez daha ayırdına varıyorum.
Özgürce koşmasını ve geri dönmesini izliyorum Guapo’nun; kimi zaman söz dinlemeyecek gibi dursa da geliyor peşimizden. Alıştık birbirimize. Tek başına avareliğimin ilk gününde geldiğim gölete gidiyoruz, gölette daha önce hiçbirimiz pedal çevirmemişiz, Guapo’nun korkusuna bakılırsa o da hiç çevirmemiş. Flamingo’ya atlıyoruz, güneşin altında biraz zorlansak da keyifli vakit geçiriyoruz. İner inmez gölet kıyısındaki kafede serinletecek bir şeyler içip hafif bir salata atıştırıyoruz. Valenciana tarzı salata çokça menülerde göreceğiniz ton balıklı bir salata. Guapo da seviyor salatayı, yemek olsun da zaten onun ve arkadaşım için ne olduğunun pek önemi yok:)
Parktan sonra Decathlon’da bir süre arkadaşım alışveriş yaptıktan sonra ilk gün benim tercihimle es geçtiğimiz Kolombiya restoranına yola çıkıyoruz. İstikamet “El Rincon Latino“. Empanada ile başlıyoruz, Arjantin empanadasından farklı bir şekilde hamuru irmik unuyla yapılmış gibi. Bence empanadanın lezzetini belirleyici iç malzemesi, etlisi kesinlikle daha lezzetli. Sonra yine arkadaşımın tavsiyesiyle biraz da korkarak karışık etli tuzlu muz kızartması (bknz fotoğraftaki tabak) deniyorum. Böyle lezzetli olmasını beklemiyordum açıkçası, şimdi nereden bulacağım İstanbul’da canım çekerse bunu:(
Son günümde de kahvelerinin özel olduğunu söyleyen Elixir Cafe‘yi deniyorum ama pek özel gelmiyor. Burada oturulacak yer yok, elinize alıp içebiliyorsunuz. Ale-hop gezmeden gezi bitmez ve tabiki eli boş çıkamıyorum yine. Flying Tiger ise burada 2 katlı ve 2. katına çıkarken İspanyolca bilenler için çok keyifli bir merdiven yapmışlar.
Eve dönmeden önce Valensiya’nın yine güzel ve meşhur meydanların biri olan Plaza de l’Ajuntament’da yer alan Luccianos Heladeria ‘da oturuyorum bir süre. Aslında hep dondurmasına göz dikmiştim ama hafiften nezle olduğumdan tiramisu tercih ediyorum. Tiramisu lezzetli neyseki, vedayı tatlıyla yapmama kimse şaşırmaz sanırım. Sonra bavul hazırlığı, Guapo ile hüzünlü bir vedalaşma…Tramvayla havalimanına geçmek oldukça kolay. Havalimanı küçük, o yüzden kısa sürede işleriniz halloluyor. Duty Free ve Ale-hop gezilebilir, Starbucks da olmak üzere birkaç kafe de mevcut.
2019 Gezimizden Aklımda Kalanlar
İlk gittiğimizde kaldığımız otelin önünden bu sefer de birkaç kez geçtim, Casual de la Musica. Merkezi bir otel olmasını sevmiştik, çevresinde çokça kafe var ve genel olarak da bir sıkıntı yaşamamıştık. Hala tüm şubelerinde kuyruklar olan Dulce de Leche ‘de doğumgünü kutlaması yapmıştık. Orman meyveli cheesecake lezzetliydi ama canınız aşırı tatlı çekmiyorsa o sıraya değer mi emin değilim. Alicante’den gelen arkadaşım sayesinde Sagardi‘de pinchos yiyerek keyifli bir gece geçirmiştik. Pinchos küçük ekmek üstü değişik lezzetler, garsonlar masalara gezdiriyor, beğendiğinizi alabiliyorsunuz. Şık ve uzun sohbet etmeye uygun bir ortam. En sevdiğimiz yer olan Convent Carmen ise kapanmış, çok üzüldüm, umarım yeniden açılır.
Merkezden sahile yürüyerek gitmiştik, Canal – Canamelar bölgesinde harika renklerde, mozaik işlemeli evlerin bulunduğu sokakları görmek bu uzun yürüyüşe değdi dedirtiyor. Bir de bu duyurum bekarlara, bu bölgede çokça yakışıklı Valensiyalı vardı diye hatırlıyorum;) Sahi bu sefer neden yürüyerek gitmedim ki?! Yolda Churreria Los Olivares’de Churros yemiştik, hayatımda böyle kalın ve büyük churros yememiştim ama tat yine bir tık hayal kırıklığı. Galiba ben churros sevmiyorum.
Playa Malvarosa-Rosa ‘da palmiyeler arasında gün batımında yürümek çok keyifliydi, Ekim sonunda gittiğimizden denize girmek gibi bir niyetimiz yoktu zaten.
Deniz ürünlü paella’yı bu plajda yer alan Restaurante Balandret‘te yemiştik. Lezzetli bulmuştuk. Diğer yerler için aklınızda olsun genellikle 3-4 gibi yenirmiş paella ve sonrasında bulunmazmış. Haftasonu ise de rezervasyon şart sanıyorum. Biz bu restorana geç saatte gittiğimiz halde yer ve paella bulmuştuk, şanslıymışız.
El Carmen bölgesinde Carrer de Museu üzerinde küçük 3 katlı ve teraslı bir House of Cats eseri mevcut. Eser diyorum çünkü içinde gerçekten kedi yaşamıyor ama sokağa bir renk kattığı kesin.
Tabiki geçtiğimiz sefer City of Arts & Sciences ‘a da gitmiştik, ücretsiz olan yerlere giriş yaptık diye hatırlıyorum. Buradaki bina şekilleri ikonik olduğundan gelip fotoğraf çekmek keyifli oluyor. Açık havada bir kafesi de mevcuttu, oturup kahve içmiştik. Yine burada Oceanográfic diye Avrupa’nın en büyük akvaryumu yer alıyor, biz girmemiştik ama Albufera turunda çok güzel olduğunu söylediler.
Sonuç olarak Valensiya yaklaşık 3 günde gezilebilecek hoş bir şehir, özellikle havanın serinlediği zamanlarda bile burası çok düşük sıcaklıkta olmadığından tercih edilebilir. Biz yılbaşında gittiğimizde kalın montlarımıza ihtiyaç duymamıştık, Ekim sonunda gidişimizde ise bazı günler kısa bazı günler uzun kollu takıldık. Yazın ise oldukça sıcak tabiki.
Valensiya her seferinde farklı bir deneyim yaşattı bana. O yüzden kesin yargılar yerine siz de kendiniz deneyimleyin derim:)