İskoçya-İrlanda turumuzun ilk ve en sevdiğim durağı olmasına rağmen elimin yazmaya bir türlü gidemediği yer de oldu Edinburgh. İlk başlarda yazılacak o kadar çok şey var ki nereden başlasam nasıl anlatsam bilemiyorum diyerek, zaman geçtikçe de uzaklaşıp neleri yazacaktım ki diyerek hep erteleyip durdum. Neyse ki fotoğraflar var da üstünden geçince her şey birde canlanıyor gözünüzde. Şimdi yanı başımda Pazar kahvem, fonda “Something Just Like This” ve zihnimde anılar; yazmaya hazırım.
Edinburgh, Harry Potter’ın yazıldığı şehir olması sebebiyle gitmek istediğim yerlerden biriydi; ama turu aldıktan sonra öyle eskisi gibi hevesli olmadığımı fark ettim. Kendimi zorlamak için küçük küçük araştırmalar yapsam da o yeni bir yer keşfedeceğim heyecanı çok yoktu içimde. Şehre adım atmaz bizi karşılayan kapalı hava da hevesimi canlandırmak yerine iyice söndürmüştü ki rengarenk yağmurluğuyla otobüs camından gördüğümüz bir kadın ufak da olsa şehre dair umudumu yeşertti. Şehir merkezine henüz gelmeden, biblolarına aşina olduğum İngiltere evlerini görünce ise durun ben inip fotoğraf çekmek istiyorum havasına girmiştim. Bir de merkezde bizi festival karşılayınca festival karşılayınca keyfim yerine geldi, heyecanlandım. Hava da kapalı olduğunda bile pek
üşütmeyerek yüzümüzü güldürdü, hatta arada da güneş açtı.
Fringe festivali dolayısıyla şehir merkezi oldukça kalabalıktı, her köşede bir konser, dans gösterileri ve daha birçoğu… Keşke daha çok vaktimiz olsaydı da hepsini uzun uzun izleseydik diye düşünürken bulduk kendimizi. Sokakta gezerken sık sık “Silent Disco” denilen insanların kulaklık takıp aynı şarkılar eşliğinde dans ederek sokak sokak gezdiği aktivite en eğlencelilerden biriydi. Siz de seyahatinizi her sene gerçekleşen bu festivale denk getirirseniz eğlenmeyi garantilemiş olursunuz.
Bu arada şehir merkezi kalabalık demişken Avrupa’da farklı yerlerde gerçekleşen
festivallerdeki gibi iğne atsanız yere düşmez gibi bir kalabalıktan bahsetmiyorum, Edinburgh
nüfusuna göre kalabalıktı diyelim. O yüzden içiniz bu anlamda rahat olsun, pek tedirginlik yaşamadan festivalde rahatça takılabilirsiniz. Edinburgh’un telaffuzu konusuna da kısaca değinmek
isterim; Türkler arasında yazıldığı gibi okunan Edinburgh, halk arasında Edinbrağ gibi okunuyor ama çok da kasmanıza gerek yok bence:)
Şehirde panoramik olarak gezdiğimiz yerleri çok hatırlamıyorum, zaten kayda değer bulduklarımı ve 2 güne sığacak her şeyi ayrıca yakından gezdim, o yüzden doğrudan bireysel gezme kısmından başlayacağım. Turdan ayrılıp serbest kaldıktan sonraki ilk durağımız Eski Şehir meydanında St Giles Katedrali oldu. Katedralin en ilginç yeri bizce Thistle Şapeli’ydi, buradaki duvarlarda şövalyelerin armalarına yer verilmişti ancak kilise içinde fotoğraf çekmek bağışa tabii olduğundan fotoğraf çekmekte zorlandık. St Giles Katedrali’nin hemen dışında ise Edinburgh’daki ilginç bir geleneğe tanık olabilirsiniz. The Midlothian Heart denilen kalp şeklindeki mozaiğe insanlar tükürüp duruyor ve nedeni ise kesinlikle kabalık değil. Eskiden insanlar orada bulunan vergi ofisine vergi ödemeye gelirmiş, daha sonra da burası işkence dolu bir hapishane ve insanların idam edildiği yer olarak kullanılmış. İnsanlar da hem vergilere hem otoriteye karşı hoşnutsuzluğunu göstermek için tükürüyorlarmış. Sonradan şans getirdiğine de inanılmaya başlanmış. Okuduğum yazılardan birinde romantik bir yer sanıp sakın burada evlenme teklif etmeyin diye de uyarıyordu, bence yerinde bir uyarı olmuş:)
Katedralde gezdikten sonra Royal Mile’in devamındaki birçok müzenin ve hediyelik eşyacıların yer aldığı, festival dolayısıyla da oldukça hareketli olan High Street üzerinde ilerlerken sokakta yer alan küçük geçitlere dikkat edin; Dunbar’s Close Garden‘ı kaçırmayın. Minnak ama oldukça yeşil ve sakin olan bu bahçeden biz oldukça keyif aldık. High Street üzerinde yer alan, ziyaret ettiğimiz bir diğer nokta ise Çocukluk Müzesi (Museum of Childhood) oldu. Müzelerin çoğu burada da Londra’daki gibi ücretsiz. Eğer Sunay Akın’ın Oyuncak Müzesini ziyaret ettiyseniz burası size çok da özel gelmeyecektir. High Street’te bir de fotoğrafçılık ve illüzyonlarla ile ilgili girişi ücretli bir müze var; dışındaki sizi binbir hale sokan aynalarda komik fotoğraflar çekilebilirsiniz. Bir de yine aynı caddede Viski Tadım yerleri mevcut, ilgiliyseniz viski yapımı hakkında bilgi edinip tadım yapabileceğiniz bu yerleri de ziyaret edebilirsiniz.
Sonraki durağımız ise sahibinin mezarı başında 14 yıl boyunca bekleyen Terrier cinsi bir köpek olan Bobby’nin heykeli, Greyfriars Bobby. Victoria Street’e oldukça yakın olan bu köpek heykelinin burnuna dokunduğunuzda şans getirdiği söyleniyor; benim boyum burnuna yetişmedi ama umuyorum ağzına dokununca da şans geliyordur. Heykelin önü oldukça kalabalık, fotoğrafınızı yalnız siz ve Bobby kadrajda olacak şekilde çektirmek istiyorsanız sabahın köründe gelirseniz iyi olabilir:)
Bobby’den sonra Victoria Street’i ararken Bristo Meydanı’nda buluyoruz kendimizi. Gilded Garden diye bir alanda bir sürü küçük stantta içki ve yemek satılan yerler, harika süslenmiş bir sosyalleşme alanı. Burası hep mi var festival dolayısıyla mı sadece dönemlik mi kurulmuştu anlamadık ama ertesi akşam gelip tadını çıkarmak üzere haritamızda işaretledik ve nitekim öyle de yaptık. Mojito ve viski eşliğinde güzel bir akşam geçirdik. Ertesi gün Gilded Garden’a giderken J.K. Rowling’in Harry Potter’ı yazdığı Elephant Cafe‘ye de uğrayalım dedik ama çok sıra olduğundan dışardan görmekle yetindik. J.K. Rowling Harry Potter’ı yazarken bu kadar kalabalık olsaydı sanıyorum başka bir kafeyi tercih ederdi ya da Harry Potter karakteri şu an bambaşka olurdu:)
Victoria Sokağı’nda ise arabalar kadraja girmeden fotoğraf çektirmek zor, ezilme riski de cabası. Rengarenk evler oldukça çekici elbette ama doğru pozu bulmak ayrı bir çaba gerektiriyor. Gitmeden önce beğendiğiniz fotoğrafların açılarını dikkatlice incelemenizi öneririm. Bu sokak üzerinde Harry Potter Müzesi gibi bir şey de (Curiosities for the Curious- Museum Context) mevcut, hem hediyelik eşya alabiliyorsunuz hem de cübbe ve asa ile ücretsiz fotoğraf çekilebiliyorsunuz. Fotoğraf alanı en üst katta. Acele acele gezdiğimiz ilk günün son durağı ise Edinburgh Üniversitesi‘ydi. Kapısı açık üniversite görünce girip fotoğraf çektirmezsem olmaz; özellikle de eski tip binası ve ortada çimenlik alanı varsa. “Çimlere oturmayınız” yazısına rağmen bilin bakalım hangi milletten gençler çimlerde oturuyordu sorumun yanıtını da hemen tahmin etmişsinizdir sanıyorum:(
Edinburgh’daki ikinci günümüzde ise ilk durağımız fotoğraflarda görüp aşık olduğum Dean Village. Dean Village’a gitmek için otelden yürüyerek Water of Leith kenarından ilerliyoruz. Etrafta pek kimse yok, yollar kaygan; yolumuz yol değil ama manzara güzel hesabı:) Yeşillikler içinde, nehir kenarında huzur içinde yürüyüp yukarıdaki fotoğraftaki gibi küçük küçük evleri geçerek ilerliyoruz, yolda köpek gezdiren yaşlı teyzelerden biriyle de sabah sohbetimizi yapıyoruz. İlerledikçe yol daha da sakinleşiyor, acaba doğru yolda mıyız derken Dean Village tabelalarını görünce rahatlıyoruz. Yine nehir kenarında sahibiyle top oynayan bir köpek, topu yol arkadaşım Semiha’nın ayağına getirmeye başlayınca Semiha başlıyor köpekle oynamaya. Köpek suya dalıp topu her defasında Semoş’a getiriyor, arada da tüylerini sallayıp bütün suyu üzerimize atıyor. Islak ve keyifli bir 10 dakika sonrasında köpekle vedalaşıp yola devam ediyoruz. Dean Village’a vardığımızda manzara fotoğraftakinden de güzel; küçük ama izlemeye doyum olmayacak bir yer.
Dean Village’dan sonra yine nehir kenarından tabelaları takip ederek Stockbridge’e devam ediyoruz. Burası kafelerin olduğu hoş bir yer ama fotoğraflarda gördüklerimin nerede çekildiğini bulamamanın hüznünü yaşamadım değil:(
Stockbridge’ten sonra istikamet; Edinburgh’daki tepelerden biri olan Calton Hill. Calton Hill’e çıkmak çok zor olmasa da biraz yokuş elbette, yine de Edinburgh’da çekilen tüm filmlerde yer alan anıtlar burada olduğundan önünde fotoğraf çektirmeyeni Edinburgh’a gitmiş saymıyorlar:) Ben de dolayısıyla kapak fotoğrafını bu anıtlardan biriyle süslemek istedim. Bu tepeden şehri panoramik olarak fotoğraflamak da mümkün. Bizim gibi gitar çalıp şarkı söyleyen bir İskoç’a da denk gelirseniz tepede vakit geçirmek oldukça keyifli diyebilirim.
Gezideki son durağımız ise alışveriş için tercih ettiğimiz, Princess Street. Bu caddede aynı zamanda Ulusal Galeri de yer alıyor, ancak kapanış zamanını hesaba katmadığımızdan girişi ücretsiz olan bu galeriyi ziyaret etme fırsatını kaçırıyoruz. Müzeleri gezecekseniz saatlere önceden bakmayı unutmayın.
Edinburgh’da vaktim olsaydı Merlin dizisini izleyenlerin hatırlayacapı Arthur efsanesine konu olan Arthur’s Seat’in olduğu tepeyi ve birkaç müzeyi daha gezmek isterdim. Kaledeki Military Tattoo gösterisine katılmak da ayrıca zevkli olabilirdi. Yine de gördüğüm kadarı bile şehri sevmeme yetti. Edinburgh çevresinde gezilecek yerler (Highland, Glasgow ve daha birçok yer) ise ayrı bir yazının konusu.
Edinburgh’da Yeme-İçme
Cafe Edinburgh: Hem ismiyle hem tarzıyla çok İskoç duran bu kafenin Türklere ait olduğunu keşke ödeme yapmadan anlasaydık, kafe sahipleri de bilseydik indirim yapardık dediler. High Street’te yer alan mekan oldukça merkezi, bu caddede yer alan tüm mekanların Fish & Chips fotoğraflarına, yiyenlerin tabaklarına baktık, en çok buranınki güzel duruyordu. Yiyince de anladık ki doğru seçim yapmışız. Fiyatlar 10 Sterlin civarı.
Artisan Roast Coffee Roasters: Stockbridge ile Calton Hill arasında yer alan Artisan Coffee çalışanları çok tarz, mekan da güzel; daha ne olsun. Şehrin yerlileri de burayı tercih ediyor. Duvarında asılı “J.K. Rowling never wrote here.” yazısı yeter de artar bile:) Ayrıca duvarlarda yakın zamanda gerçekleşecek etkinlikleri de takip edebileceğiniz posterler de mevcut.
Mamma’s Edinburgh: Grassmarket Meydanı’nda yer alan Mamma’s’ta pizza ve hamburger tercih ettik; ikisi de lezzetliydi. Meydan çok kalabalık değil, hem de yan yana bir sürü güzel kafe var. Oturduğumuz diğer yerler gibi fiyatlar orta karar.
Edinburgh’da Nerede Kalınır?
Edinburgh’da merkezde kalabileceğiniz gibi merkeze yarım saat yürüme mesafesinde olan daha büyük otelleri de tercih edebilirsiniz. Biz Corstorphine Yolu üzerindeki Holiday Inn Edinburgh Otel’de kaldık; özellikle kahvaltısı çok çeşitli ve oldukça lezzetliydi. Ücretsiz her çeşit kahve de otelin ayrı bir güzelliğiydi elbette:)
Not: Bu yazı aslen 2018 gezi notlarımı içeriyor ancak sitem siber saldırıya uğradığı için maalesef yazım silindiğinden yeniden yayınlıyorum.