Madrid’de Gezilecek Yerler

retiro park
Bilenler bilir Barselona en sevdiğim şehirlerden biri; yani İstanbul dışında nerede yaşarsınız diye sorsalar burası Barselona olur. Aramızda özel bir bağ olduğunu düşünüyorum, kendimi evimde hissettiğim ve yalnız gitmekten endişe etmediğim tek yer belki de. Şimdiye kadar 3 kez gittim, umarım daha birçok kez giderim.

Madrid’e ilk gittiğimde bu bağı maalesef hissedemedim ancak sadece 2 gün kaldığım için buna karar vermenin erken olduğunu düşünüp Madrid’e bir şans daha vereceğim bir anı kolluyordum. Bir taraftan da Madrid’ciler vs. Barselona’cılar gibi bir taraf hali vardı herkeste, Madrid-Barselona için Ankara-İstanbul benzetmelerini yapanlar vardı. Ankara’yı çok bilmem ama bence ikisi de bu benzetmeden uzak; en büyük benzerlikleri birinin denize kıyısının olması diğerininse olmaması diyebiliriz. Ben suya kıyısı olan yerleri sevmişimdir oldum olası. Bu sefer de durum değişmedi. Eğer bir taraf tutmam gerekiyorsa Barselonacılar tarafına yazın beni.

Madrid’e ikinci gidişimde 3,5 gün geçirdim. Arkadaşımla uçak saatleri ve havayollarında anlaşamayınca Madrid’e yalnız uçtum., ilginçtir ki yalnız uçtuğum halde hiç endişeli değildim; hatta seyahatimin tamamı yalnız mı olsaydı acaba diye içimden geçirmedim değil. Üstelik bu arzu tamamen içseldi. Oysa ben yalnız seyahat etmeyi deneyimleyip sevmemiştim ama tüm güvensizliklerine rağmen İspanya bana bir şekilde kendimi güvende ve rahat hissettiriyordu. Hangi şehrini düşünürsem düşüneyim kaybolmaktan korkmuyor ya da tadını çıkarmaktan kendimi alıkoyacak endişeler yaratmıyordum.

Tabiki bütün bu düşüncelerle birlikte arkadaşımı ekmedim; Madrid-Barajas havaalanında buluştuk ve metroyla merkezde bulunan otelimize geçtik; B & B Hotel Centro Plaza Mayor. Otelimize varınca İspanyolların sıcak karşılaması bizi bekliyordu. Bir de kafelerinde 24 saat boyunca ücretsiz sıcak çay-kahve-atıştırmalık-meyve olduğunu söylediklerinde keyfimize diyecek yoktu. Üstelik her sabah kapıyı asılan poşetler içindeki kruvasan-kek gibi atıştırmalıklarımız da cabası. Yani anlayacağınız ufak güzelliklerle kalbimizi çaldılar.

Otelden çıkıp kendimizi dışarı atınca hemen en yakınımızdaki Plaza Mayor’a gidip bölgenin meşhur kalamarcısı La Campana’dan ekmek arası kalamarımızı alıp meydanda bir güzel mideye indirdik. Sonra da Temple of Debod’da gün batımını izlemek için yola koyulduk. Yolda Plaza de Villa üzerinde Casa de Cisneros isimli sarayın önünden geçiyoruz ancak o esnada saray olduğundan bihaber mimarisini beğendiğimiz için fotoğrafladığımız bir yer burası. Buranın çok yakınlarında da bir oyuncakçı var ve kapısının önü o kadar güzel ki içinizdeki çocuğu adeta içeri davet ediyor. Rotamız üzerinde yer alan Catedral De La Almudena ilk durağımızdı. Katedraller bir süre sonra birbirinin aynsı gibi geliyor, ama burası da görülebilirlerden biri. İçeri girmeseniz bile kapısını görmenizi tavsiye ederim. Palacio Real de Madrid’e de bahçesinin önündeki meydandan bakabilirsiniz. Bu arada Mercado de San Miguel’e uğrayıp karnımız tok olduğundan sadece güzelim tapas ve tatlı vitrinlerini izlemekle yetindik. Siz bizim gibi yapmayın, açken gidin.

casa de cisneros

Temple of Debod’a giriş için sıra beklemek gerekiyor, girişi ücretsiz ancak aynı anda belirli bir sayıda kişiden fazlasını almıyorlar. Biz tapınağa girmeyi es geçip doğrudan gün batımını izleyeceğimiz toplanma alanına geçtik. İspanya’da yaşayan bir arkadaşım içki götürmememiz konusunda uyarmıştı, İspanyolların bile gazete/poşete sarılı halde bira getirdiğini görünce bunu bilmemiz iyi oldu diye düşündük. Güneşi batırdıktan sonra kısa gözükse de bize yolculuk dolayısıyla çok uzun gelen ilk günümüzü tamamlayıp otelimize döndük.

Calle Bolsa

Ertesi güne dinlenmiş ve dinç başladık. Kapımızda asılı atıştırmalıklarımızı yiyip çantaya da birkaç meyve atıp yola koyulduk, istikamet El Retiro Park. El Retiro Park’a resepsiyondaki güleryüzlü kadının tavsiye ettiği yoldan gidiyoruz; Calle de la Bolsa. Çok doğru bir tercih, yol üstünde yazan şiirler var. Tatlış meydanlar, meydanlarda heykeller, yolun her iki tarafında eski binalar… Yürürken birden bir kafe görüyoruz, dışardan fotoğrafını çekip yola koyulacakken neden oturmuyoruz ki deyip dönüyoruz. Elinde fotoğraf makinesiyle bize gülümseyen çocuğun da bu kararımızda etkisi olmadı değil, sohbet de etseydik iyiydi tabi ama içeri geçip hemen en güzel köşede fotoğraf çektirme derdine düştük. Özellikle kafenin adının, “Miranda”, yazdığı duvar fotoğraf için çok uygun. Değişik çeşitlerdeki taze sıkılmış meyve suları oldukça lezzetli. Belli ki lokaller de kahvaltı için burayı tercih ediyor, fiyatlar Madrid geneline göre bir tık yüksek ama ambiyansa değer.

Sonrasında musmutlu bir şekilde El Retiro’ya gidiyoruz. Önce ördekleri besleyip sonra Palacio Cristal’a giriyoruz. Giriş ücretsiz ve yer fotoğraf için ideal. İçindeki sergi de şansınıza:) Fotoğraf için kalabalık olmayan köşeyi bulmak zor olsa da siz de bizim gibi sabrederseniz neden olmasın?

El Retiro Park

Bu kristal sarayın önü, sonbaharın renklerinde ağaçların uzandığı bir göletle harika bir manzara sunuyor ziyaretçilere. Sonbaharda gitmenin bazı avantajları var elbette, hava sabah ve akşamları serin olsa da gün içinde gömlekle gezmek için ideal. Gölet kenarında oturulan kafelerden birinde kahvemizi yudumlayıp su aktivitelerinde bulunanları izliyoruz. Parktan çıkarken de caz çalan bir grup ve önünde dans eden insanlar güzel bir uğurlama oluyor. Parkın hemen biraz ilerisinde Atoca Tren Garının çapraz karşısında, sahafların bulunduğu bir sokak var. Herhangi bir dil öğreniyorsanız öğrendiğiniz dilde 1 Euro’ya kitap bulmanın zevkini anlayabilirsiniz. Hepsinden almamak için kendimi zor tutuyorum. Caixa Forum Madrid’de bitkilerle kaplı ünlü bir duvar ve elbette fotoğraf için güzel bir arka plan; buralara gelmişken uğrayın derim.

Caixa Forum

Bir sonraki durağımız Latin mahallesi. Burada lokallerin önerdiği mekanların her biri çok hoş gözükse de hemen hepsi dolu. Birkaç meydan gezip çevresindeki restoranlara bakıp Lavapies bölgesine doğru gidiyoruz. Burası daha özgür takılanların bulunduğu yerler, duvar resimleri ve Hint restoranları oldukça fazla; bir de Madrid’in en kirli yerlerinden biri diyebiliriz. Bu iki bölgede de oturacak yer bulamayınca karnımız iyice acıkıyor, Barselona’dan bilip sevdiğim doyma garantili Bacoa’ya hamburger yemeye gidiyoruz. Karnımız doyunca kendimizi Madrid sokaklarına atıp bir önceki gelişimde gezdiğimiz; insanların sokaklarda olduğu, sokak çalgıcılarının bulunduğu, keyifli mekanların yer aldığı o sokağı arıyoruz ama yok, yer yarılmış da sanki içine girmiş. Zamanında sokağın adını not etmiş olsaydım çok daha iyi olurdu tabi. Neyseki sokak müzisyenleri ve dansçıları her yerde, keyifli bir dinleti ve flamenko gösterisine rastlıyoruz. Böyle gösterilere her zaman yüksek paralar vermeye gerek yok yani:)

Plaza Paja

Gece ilerlediğine göre içmenin de vakti gelmiş demektir, lokallerin önerdiği yerlerden biri olan Harvey’s Bar’a gidiyoruz. İspanyol erkeklerini beğendiğimiz bir gerçek ama buradaki garson Madrid’de görülmesi gereken kişiler listesi olsa ilk sıraya yerleşecek kadar iyi… Neyse konumuz bu değil elbette. Ambiyansı filmlerde gördüğümüz çok eski Amerikan barlarına benzeyen loş ışıklı bu yer hoşumuza gitti ama değişik kokteyl lezzetleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim; biz tatlarını çok sevemedik. Yine de farklı lezzetler denemek isterseniz belki damak tadınıza uygun bir şeyler bulabilirsiniz.

Ertesi sabah alışveriş sabahı, daha doğrusu Semiha için Primark zamanı diyebiliriz. Her gittiğimiz şehirde Primark’a girip çıkmak bilmeyen, çıktığında da elleri hep dolu olan biri kendisi; tam bir Primark aşığı. Neyse sabah kahvaltı sonrası ben de onunla giriyorum ama bir süre sonra sıkıntıdan patlayıp birkaç mağaza daha gezip kendimi alışveriş sonrası gitmeyi planladığımız Malasaña bölgesine atıyorum. Buradaki ara sokaklarda yürümek çok keyifli, güzel butik ve kafeler var. Mağazalar beni çok yorduğundan ancak bir kahveyle ayılabileceğime kanaat getirip haritada işaretlediğim yerlere bakıyorum. Museo Romanticismo’nun avlusunda müze ücreti ödemeden girebildiğiniz bir kafesi olduğunu Spottedbylocals’da okumuştum, heyecanla gidiyorum ama müze açık değil:( Sonraki durağım özellikle ambiyansıyla önerilen kafelerden Naif ama henüz açılmamış. Etraftaki birkaç sokağı daha gezip kısmetime razı olup Naif ile aynı meydanda (Plaza de San IIdefonso) yer alan Restaurante Conache’de oturup bir kahve içiyorum. En azından manzaram güzel, gelip geçenleri izlemeyi sevdiğimden meydanda oturmak hep keyifli gelmiştir bana. Kafenin tam karşısında bir de hediye dükkanı var, fiyatlar yüksek ancak tatlış bir yer.

Honest Green Madrid

Burada Semiha ile buluşup kahvelerimizi yudumladıktan sonra sokaklara kendimiz atıyoruz ve amaçsızca sokaklarda kayboluyoruz. Alonso Martinez metro durağı yakınlarında Honest Greens diye bir kafenin vitrinindekilere aşık olunca hızlı bir kararla buraya oturup, tatlılardan birini mideye indiriyoruz. Yemek menüsü de çok güzel gözüken bu mekana keşke aç gelseydik diye de iç geçirmedik değil. Yine bu civarda Chueca bölgesinde LGBTİ bireyler yaşıyor, hatta bir binanın her balkonunda gökkuşağı renklerinde bayrakları asılıydı. Genel olarak bu bahsettiğim yerlerin hepsi aynı bölgede, buralarda o kadar güzel butik ve kafeler gördük ki atlamamanızı öneririz.

Museo Theyssen

Sıra geldi müze gezilerimize. Birçok müze Pazartesi günleri belirli saatlerde ya da tüm gün ücretsiz. Museo Thyssen-Bornemisza ziyaret ettiğimiz ilk müze ancak çok kısa sürede kapanacağından eserleri çok beğendiğimiz bu müzede maalesef isteiğimiz kadar vakit geçiremeden çıkmak zorunda kalıyoruz. Artık karnımız aç ancak civarda çok da yemek yeri yok. Spottedbylocals yine imdadımıza yetişiyor ve lokaller tarafından önerilen, eski bir sinema salonundan gurme markete dönüştürülen Platea Madrid’e gidiyoruz. Burada farklı ülkelerden birçok restoran mevcut, fiyat olarak hem makul hem de yüksek fiyatlı yerler var; seçim size kalmış. Dönüş yolunda Colon Meydanı önünden geçiyoruz, adını Christopher Colombus’dan alan bu meydanda 1892’den beri orada yer alan Amerika’nın keşfini kutlayan bir anıtla birlikte sadece belirli bir süre orada kalacak olan Julia anıtı yer alıyor.

Plaza de Colon

Museo Reina Sofia da bir sonraki durağımız, bazı eserleri oldukça beğendik, farklı çalışmalar vardı ancak birçok yerde fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor, görevlilere sormakta fayda var. Buranın avlusu da çok güzeldi, ışıklar altında akşam saatlerinde görmek de ayrıca keyifli oldu. Sonraki durağımız ise akşamı geçireceğimiz bir hostelin çatı katında yer alan “The Hat Madrid”. Kokteylleri poşetlerde servis ediyorlar, çok lezzetli olmasa da ambiyans güzel, her milletten insanlar var; eğer niyetiniz varsa sosyalleşmek için de uygun.

Ertesi sabah yolculuk Valensiya’ya, ancak Valensiya da ayrı bir yazının konusu. Bir de hangi gün gittiğimize karar veremediğim iki yerden de bahsetmeden geçmek istemem. Chocolateria San Gines, orjinal churros deneyimi için en ünlü mekanmış ancak ben churros’u çok sevemedim. Buraya mı özgüydü benim damak tadıma mı uygun değil bilemiyorum. Plaza Del Sol’da yer alan La Mallorquina ise çikolatalı kruvasanlarıyla meşhur, çoğunlukla oldukça kalabalık ancak lezzetinden memnun kaldığımız için gitmenizi önereceğimiz bir mekan.

Bonus: Büyük İspanya turumuzda ziyaret edip hayran kaldığım Toledo şehri de Madrid’e trenle 1 saatten az sürüyor, zamanınız varsa gitmenizi şiddetle tavsiye ederim.