Londra benim için “ilk”lerin seyahati oldu diyebilirim. Harry Potter okuduğum ve izlediğim çocukluk yıllarımdan beri hayalim olan bir ülkeye ilk kez ayak bastım. İngiltere o zamanlar benim için sihrin ülkesiydi belki de, sanki oraya gidince birden 9 3/4 platformundan geçip Hogwarts’a adım atacak ve başka bir dünyanın kapısını aralayacaktım. Ben ortaokuldayken Coca-Cola, Harry Potter hayranlarına İngiltere yolculuğu çekilişi yapmıştı, daha yurt dışına hiç gitmemişken ne kadar da heyecanlanmıştık bir arkadaşımla birlikte keşke bize çıksa diye. Sokaklarda yürüyüp hayaller kurduğumuz halimiz gözümün önünden hala gitmez. Çok gitmek istediğim, 500 TL’si olursa beni götürsün diye çocukken annemle yazılı anlaşma yaptığım Disneyland bile Hogwarts’ı görme isteğim ile tarihe karışmıştı. 🙂
Üstünden geçen yılların etkisiyle Harry Potter’a dair eski heyecanım kalmasa da Bradford Üniversitesi’nde Erasmus çalışan hareketliliğine katılmak için çıktığım Londra yolculuğunda ilk baktığım şey Harry Potter ile ilgili nereleri gezebileceğim olmuştu. Bu araştırmanın keyifle sonuçlandığını söyleyemem, zaten Londra’da oldukça kısa olan vaktimin neredeyse tümünü alacaktı bu aktivitelere katılmak. Bunda en büyük pay da Harry Potter ile ilgili en çok dikkat çeken aktivitelerden Warner Bros turunun Londra’nın merkezine hiç de yakın olmaması ve en çok tercih edilecek saatlerin doluluğuydu. Üstelik bu aktiviteler oldukça pahalıydı da. Hem yanımda kimse olmayınca heyecanımı kiminle paylaşacaktım, fotoğraflarımı kim çekecekti? Bu sorular kafamda dolaşıp dururken Bradford’a gitmek için King’s Cross’u seçip platformla ilgili heyecanlı kalabalığı izlemekle yetinmeye karar verdim. Bu deneyimi başka bir sefere bırakmak en iyisi olacaktı.
Yaşadığım diğer bir ilk ise anlayacağınız üzere tamamen yapayalnız bir seyahat deneyimiydi. Daha önce turla yalnız seyahate çıkmıştım ya da bir şehre tek gidip arkadaşımla buluşmuştum ama bu hiçbirine benzemiyordu. Bir de buna daha önce hiç gitmediğim bir ülkede tek başıma tren yolculuğu eklenince kaygılanmadım desem yalan olur. Treni kaçırmak, yanlış yoldan gitmek, rezervasyonlarda sorun çıkması gibi kaygılarımın neyseki içi boş çıktı ancak kaygılarımın arasında pek de yer almayan uçakta giderken rahatsızlanmam ise farklı ve yeni endişelere yol açtı. Arada uzun uçak yolculukları kötü hissettirebiliyor elbette ama bu sefer farklıydı; çünkü bir şeyler yemeye gidip koskoca pizzanın kendimi zorlayarak sadece iki dilimini yiyebildim. 1 saat ortalıkta zar zor dolanıp koşar adımlarla otele döndüm ve yattım. Midem çok bulanıyordu, üşüyordum ve nazlanacağım kimsem yoktu. Ertesi gün trene gidebilecek gücü nasıl toplayacaktım hiçbir fikrim de yoktu ama neyseki sabah çok daha iyiydim. Kaldığım otelin (Morgan Otel) doyurucu ve lezzetli kahvaltısının da bunda katkısı oldu sanıyorum:) (Not: Morgan Otel, 2 ayrı binadan oluşan yapısı ve küçücük zemin katındaki tek kişilik odalarıyla pek beklentilerimi karşılamasa da personelin güleryüzlülüğü ve otelin merkeziliği memnun kaldığım tarafları oldu. )
Yalnız seyahatin güzel tarafı istediğiniz yere istediğiniz zaman gidebilmek, istediğinizde dinlenebilme şansınızın olması, ne yiyeceğinizi düşünürken başkalarını hesaba katmanız gerekmemesi… Diğer yandan bir yere hayran kaldığınızda paylaşacağınız kimse yok, dedikodu yapmak istediğinizde kimse yok, kararsız kaldığınızda fikir beyan eden yok, güzel bir yerde oturup yemek yesem deseniz keyfi yok, otel odanızda dinlenirken günün kritiğini yapacağınız biri yok. Üstelik benim gibi yorgunluğunu gezerken unutanlardansanız hatıralatacak biri olmayınca günü 50000 adımla tamamlayıp ayaklarınızın akşam ölü vaziyette olduğu bir duruma geçebiliyorsunuz. Neyse bu seyahat elimden geldiğince birlikte olmanın keyfine varacağım insanlarla seyahat etmem gerektiğini bana öğretti ama tek başıma da seyahat edebilme cesaretini de verdi. İngiltere’nin tek başına seyahat etmek için en büyük avantajı ise İngilizce konuşulan bir ülke olmasıydı diyebilirim, elbet birine sorarım ve yanıt alırım rahatlığı insana iyi hissettiriyor.
Peki Londra’da nereleri gezdim?
Londra’da toplamda 3 günüm hatta 2,5 günüm vardı. Nasıl yetiştireceğim derken 2. gün tekrara düştüğüm yerler oldu. Üstelik tüm bu yerleri hiçbir toplu taşıma aracı kullanmadan gezdim. İlk gün çok hırslı başladım sanıyorum:)
Londra’nın en iyi ama aynı zamanda yoran özelliği müzelerin ücretsiz olması. Sherlock Holmes Müzesi gibi özel/butik müzeler hariç tüm müzeler ücretsiz ya da ücretsiz olduğu gün ve saat aralıkları mevcut. Bazı günler de daha uzun saatlere kadar açık. Hepsine gireyim derseniz birçoğu birbirine yakın ama o kadar büyükler ki içine girince çıkamıyorsunuz:) Dolayısıyla vaktinizi iyi değerlendirin, müzeleri öncelik sırasına dizin ve uzun saatlere kadar açık olan günleri de hesaba katın.
Morgan Otel British Museum‘a çok yakın olduğu için ilk günümde trene binmeden önce gezeyim dedim ancak Pazar günleri saat 10’da açılacak gözüküyordu. Daha 10 olmamasına rağmen kapısından bir fotoğraf çekerim olsun diye gidip bir baktım ki insanlar giriyor ben de girdim ama girmez olaydım. Odalar posta posta açılıyormuş meğersem, ben girdiğimde sadece 1 oda açıktı. Size tavsiyem internette bir açılış saati varsa o saate uyun:) British Museum’a son gün tekrar gitmemle sonuçlandı bu maceram. Gerçi vaktim kalmamış olsa, müze her zaman ücretsiz ve yolumun üzerinde olmasa gider miydim derseniz cevabım gitmezdim olur. Güzel bir müze ama özellikle Antik Yunan-Roma vb uygarlıklara dair sergiler bize çok tanıdık, zaten sanıyorum bu yüzden en çok Afrika bölümünü sevdim. Ardından en sevdiğim bölüm mumyaların sergilendiği Mısır bölümü oldu. Kısıtlı zamanınız varsa bu bölümleri gezmeye vakit ayırın derim.
Oxford Street de ilk gezdiğim yerlerdendi ama çok özel bir cadde olduğunu söyleyemem. Birçok mağaza ve yemek mekanı bu cadde üzerinde ve oldukça merkezi; dolayısıyla da çok kalabalık. Elbette bu caddeden gezinizin bir noktasında geçeceksiniz, kaçış yok.
King’s Cross biraz merkeze uzak ama Harry Potter hayranıysanız bir görün bence. Ben tren beklerken fotoğraf çekilme sırasına girmeyi göze alamadım ama bebekleriyle, çocuklarıyla fotoğraf çektirmeye gelen yetişkinlerin aslında çocuklarından daha heyecanlı olduğu çekimleri izlemek de oldukça keyifli. Evet Harry Potter ile büyüyen bir nesil var burada, anne tabiriyle eşşek kadar olduk ama hala seviyoruz ne yapalım? 🙂 Tren istasyonlarını da seviyorsanız buradan keyif alabilirsiniz. Bir de Perşembe günü Bradford dönüşümde önünde yemek için pazar kurulmuştu, denk getirebilirseniz güzel olabilir. İstasyonun içinde kafeler de mevcut, Pret a Manger her yerde olduğu gibi burada da sizinle mesela. Merak edenler için trenleri panodan takip etmek oldukça kolay, anons da yapılıyor; yani kaçırma ihtimaliniz pek yok. İnternetten bilet aldıysanız bastırmak için makineler de mevcut, rahatça hallediliyor ama bilet alma işlemlerinde de yazan prosedürlere dikkat edin, biletleri bastırmak için yanınızda biletleri satın aldığınız kredi kartını bulundurmayı unutmayın.
Gelelim asıl daha çok gecemi geçirdiğim aşırı merkezi ve oldukça da pahalı (merkezdeki en ucuz tek kişilik yine de bu oteldi) Strand Palace otelin hemen arkasında bulunan Covent Garden‘a. Covent Garden yine yemek ve alışveriş için gelebileceğiniz ancak fiyatların çok da uygun olmadığı bir yer; Londra’da fiyatlar nerede uygun ki zaten derseniz ona da hak veriyorum. Bazı restoranların avlusunda canlı müzik de var, belki oturmasanız da onları izlemek isteyebilirsiniz. Covent Garden’ın metroya bakan tarafında çiçeklerle süslü fotoğraf çekilebileceğiniz aranjmanlar da mevcut. Strand Palace otelde kahvaltı dahil değil ama her gün su/çay/kahve ve kurabiye ikramlarını yeniliyorlardı ve oda da oldukça konforluydu; o fiyata bir zahmet ne ararsak olsun diyor zaten insan:)
Ben en çok Soho bölgesindeki mekanları sevdim, özellikle Cuma gecesi ve hafta sonu mekanların kapısında insanların toplanıp bir şeyler içmesi çok hoştu. Mekanlar da küçük ama keyifli; adeta Cihangir’in eski havası diyebilirim, Cihangir’e çok takılırmışım gibi:) Bu bölgeye yakın olan Chinatown ise bence hiçbir özelliği olmayan klasik bir Chinatown, gitmezseniz bir şey kaybetmezsiniz.
Londra’nın gözbebekleri, keyfe keyif katan, gölge bir ağacın altında çimlere uzansam da hiç kalkmasam dediğiniz parklar ise en sevdiğim yerler oldu. Regent’s Park’ı mı daha çok sevdim, St. James Parkı mı; karar vermek zor. Hyde Park 3. sıraya oturdu, sanıyorum fazla büyük olduğu için. St. James Parkı gölet kenarında banklarda oturup ördek izlemek için ideal. Regent’s Park ise çimlere yayılmalık; burada da gölet var ama St. James’teki kadar güzel değil bence. St. James’ten ister istemez çok geçeceksiniz zaten, o kadar merkezi ki her yere giderken ya da dönüşte yolunuzu buraya düşürüp geçebilirsiniz adeta. Hyde Park her ikisini de yapabileceğiniz bir park, her yerini gezmeniz biraz zorluyor ama gezin bence:) Kalabalık olsalar da herkese yer var, merak etmeyin. Hem benim gibi yalnız geziyorsanız fotoğrafınızı çekecek birini bulmak hiç zor değil. Parkların içinde tuvalet ihtiyacı için alanlar var ama hepsinde yiyecek imkanları yok, bence dışardan alıp gelmekte fayda var. Hyde Park’ın bir ucunda da Kensington Palace yer alıyor. Ziyaretim düğün gününe denk gelince sarayın önündeki kalabalığın içinde buldum kendimi. Prensleri evlenen pek gururlu ve mutlu İngiliz halkı düğün orada olmasa da sarayın önünde toplanmıştı. Benim gibi siz de özel bir güne denk gelirseniz kalabalığa hazır olun.
St. James Park’a çok yakın olan müzeler bölgesine de elbette uğrayacaksınız. Ben bu bölgede Science Museum ve Natural History Museum‘a girdim. Her ikisi de çocuklu aileler için ideal, yetişkinlerin de keyif alacağı yerler. Science Museum’un en üst katındaki kişisel testler çözdüğünüz, soru cevaplı interaktif ekranlar çocuklar ve ilgi duyanlar için oldukça keyifli. Natural History Museum’da da dinozorlar en ilgi çeken bölüm elbette ama bu binanın hem iç hem de dış tasarımı da görülmeye değer.
St. James Parkı’nın hemen karşısı da Buckingham Sarayı, İngiliz kraliyet ailesi kusura bakmasın ama ben fazla bir ihtişamını göremedim. Saraylara alışık olduğumuzdan da böyle hissettirmiş olabilir. Elbette ihtişamını en iyi içinde yaşayan bilir herhalde, bize çok da laf düşmüyor sanırım.
Şehrin sokak gösterileri ve kalabalıklığı ile en hareketli meydanı olan Trafalgar’da da Ulusal Galeri‘nin geç kapanış saatine rastlayınca planımda olmamasına rağmen ziyaret etme fırsatını es geçmedim. Bence güzel bir galeriydi, biraz odadan odaya geçerken burayı gezmiş miydim soru işaretleri oluşmuyor değil ama bir şekilde hemen her odasını görebiliyorsunuz.
Gelelim şehrin gizli kalmış sokaklarına. Her an her sokak arasında süslenmiş bir yer çıkabiliyor. Renkli evlerin bulunduğu Carnaby sokağı çok da gizli kalmış değil aslında, bir fotoğraf çekmelik gidilmeli bence. Neil’s Gate ise tamamen tesadüfen rastladığım keyifli bir avluydu ama elbette Cuma gecesi kalabalığı benim için gizli kalmış olsa da lokaller için oldukça bilindik bir yer olduğunun kanıtı olsa gerek.
Notting Hill’daki Portobello Pazarı ise Cumartesi günü için güzel ama kalabalıklığından ötürü yorucu bir aktivite. Gerçi bizim mahalle pazarlarına alışıksanız çok da aldırmazsınız sanıyorum. Notting Hill biraz daha üst sekme sosyoekonomik düzeyin tercih ettiği bölge sanıyorum, evler ve sokak düzenleri oldukça şık. Diğer bölgelere göre burası çok daha sakin. Ben buradan yürüyerek Hyde Park’a geçiş yaptım, hiç bu kadar yalnız olmamıştım sokaklarda ama ürkütücü bir yalnızlıktan bahsetmiyorum elbette.
Ürkütücü yalnızlık demişken Pazar sabahı erken saatlerde ortalarda kimsecikler yokken ünlü caddelerinden pahalı markaların mağazalarının bulunduğu Regent’s Street’te takip ediliyormuş hissine kapıldım. Neyseki Türkiye’de yaşamanın verdiği temkinli olma ve güvensiz ortamlarda yapılacak içgüdüsel hareketlerle adamı atlattım. Bir de Londra evsizleri çok arsız, kendilerine bakmayınca falan üstünüze şemsiyeyle su fırlatabiliyorlar, başıma geldi de oradan biliyorum. Zaten hastayım, yağmur yağıyor, bir de evsiz biri üstüme su atınca günüm nasıl da şenlendi anlatamam.
Thames Nehri ise benim için tamamen hayal kırıklığıydı. Yazılarımı okuyanlar içinden su geçen şehirleri çok sevdiğimi bilir ancak burayı bu kategoride saymıyorum bile. Nehir suyu çok bulanık, güzel havaya rağmen nehir kenarında tadını çıkaran insanların oluşturduğu o güzel manzaralar yok. En azından merkezde bu şekilde bir durum vardı, elbette tüm nehir boyunca yürümek için ne fırsatım ne de isteğim oldu. Nehir üzerinde bir tur yapmayı önerenlere, çevresinde ne görmek için yapacağım o turu hiç anlamadım diyebilirim. Meşhur Tower Bridge’e gitmedim, o yüzden mi sevemedim bilemiyorum. Aslında son gün havaalanına geçeceğim araçlara yakın olmasına rağmen hiç içimden gelmedi. Londra’nın sembolü Big Ben ise restorasyonda olduğundan gidemedim, bir dahaki sefere diyelim.
İngiltere’de adım başı üniversite ile karşılaşıyorsunuz ki bu üniversiteler en iyileri. Şehrin içinde birkaç binadan ibaret çoğu. Kampüs ortamını çok seven biri olarak Londra’da okuyanlara üzülmedim değil, neyseki ekmeğini sonradan yiyorlar.
Son olarak ilgimi çeken nokta adım başı kilise olan diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak kilise, katedralin çok çok az olması. Şaşırtıcıydı ama zaten diğer ülkelerde fazlasıyla gördüğüm için hiç de gözüm aramadı diyebilirim.
İngiltere’de Dikkat Edilecek Birkaç Nokta
Sterlini Türkiye’ye göre çok daha pahalıdan alıyorsunuz, bence Türkiye’de alıp gidin ya da benim gibi temassız kredi kartlarını kullanabilirsiniz, İngiltere’de en çok kullanılan ödeme yöntemi diyebilirim. Metroda bile kullanabiliyorsunuz ama benimki metroda geçmedi, acaba İngiliz kartı olmadığı için miydi bilemiyorum çünkü sadece bir kez denedim.
Priz farklılığını ilk kez yaşadım. Avrupa, Amerika için hep söylerlerdi ama bugüne kadar hiçbir sorun yaşamamıştım. İngiltere’de gerçekten bizim tipte hiç priz yok, dönüştürücüleri bazı oteller verebiliyor ama vermeyenler de var ya da çalışanını bulmak çok zor. Ben Bradford’da Primark’tan Türkiye’den alacağım fiyattan daha yükseğine aldım. Bence burada halletmekte fayda var.
Stansted havalimanı merkeze çok uzak, uygun fiyatlı olduğuna kanmayın. Doğrudan merkeze Havaş gibi araçları da yok, hem 10 Sterlin o araca hem de üstüne merkeze gitmek için metroya para veriyorsunuz. Beni en yakın durak olarak Liverpool Street’te bıraktılar, metro ile rahatça British Museum’a çok yakın olan Holborn durağına geçiş yapabildim ama yolculuk trafiğin de etkisiyle uzun sürdü. Bu arada internette daha pahalı gözüken otobüs fiyatı doğrudan otobüsten alınca daha uygunaydı, bir takım ilginçlikler. Bir de bu havaalanının dezavantajı çok kalabalık olması, erken gitmezseniz sıkıntı yaşayabilirsiniz. Çok erken giderseniz de benim gibi oturacak yer bulmakta zorlanıp sıkıntı yaşayabilirsiniz. Uçuştan en fazla 2 saat önce havaalanında olma kuralını burada bozmayın bence. Eğer mesai saatlerinde gidiyorsanız trafik olabiliyor, bunu da hesaba katın.
Magnet satan yer görürseniz ve magnet toplama alışkanlığınızı bozmak istemiyorsanız hemen alın bence, böyle yerleri bulmak zor.
İngiltere’de Uygun Fiyata Karnınızı Nerede Doyururunuz?
Marketlerin hamur işi bölümleri elbette. Her gün her gün de yenmez tabi. Her yerde bulunan Pret a Manger ve E.A.T.’den soğuk sandviçler, Subway, Nero ve Costa’dan sıcak sandviç/tost seçenekleri ve kocaman bir pizzayı çok uyguna yiyebileceğiniz Icco Pizza ise diğer seçenekler. Simit Sarayı’ndan ise uzak durmanızı özellikle tavsiye ederim, bir simite o para verilir mi diyeceğiniz fiyatlardan başlıyor ürünler.
Bradford yazıma da buradan ulaşabilirsiniz.