Saraybosna’ya ilk gidişim 9 yıl önce Ağustos ayıydı. Balkanlar turumuzun destinasyonlarından biri olan Saraybosna’ya akşam hava karardığında varmıştık. Mağazaların aydınlattığı bir yaya yolunda yürüdüğümüzü ve ışıklar içinde bir kilisenin meydanda ihtişamlı duruşunu hayal meyal hatırlıyorum. Bosna Savaşı’ndan evlerin duvarlarında hala görülen delikler, Umut Tüneli ve tarihin tanığı bir teyze de hafızamda bu şehrin hüzünlü yanı olarak kalmış. Bir de şunlar var aklımda; Saraybosna sokaklarında yürürken burası tekrar ziyaret edilebileceğimiz şehirlerden biri diye bir arkadaşımla konuşmamız ve çeşmesinden su içerken bir fotoğrafım, üstünde rehberimizin söylediklerinin notuyla: “Bu çeşmeden su içerseniz tekrar buraya gelirsiniz.”
Avrupa, Asya, Amerika, gitmediğim Balkan ülkeleri derken o ziyaret sırası Bosna Hersek’e gelememişti, ta ki çok sevdiğim Balkan şehirlerinden Belgrad bilet fiyatları birkaç gün içinde 1500’den 2800’e çıkana kadar. Belgrad’da hangi otelde bile kalacağımıza karar vermişken ani bir plan değişikliğiyle kendimizi çok daha uygun fiyatlı Saraybosna biletlerini alırken bulduk. Geriye dönüp bakıyorum da iyi ki de almışız, çünkü hatırladığımdan da güzel çıktı. Saraybosna gelenekselle Avrupai’nin bir harmanı; Gaziantep sokaklarında gezerken kendinizi bir anda İstiklal Caddesi’nde bulmak gibi adeta. Müslüman çoğunlukta bir ülke olduğundan Arap turistlerin de yoğun olduğu, özellikle Başçarşı’da dolaşırken köşebaşında camisi, köfte kokuları, börek ve baklava dükkanlarıyla kendinizi yabancı bir ülkede hissetmediğiniz anlar da olmuyor değil. Başçarşı’dan çıktığınızda ise kiliseler ve meydanlarıyla yurtdışında olduğunuzu hissetmeye başlıyorsunuz.
Biz gittiğimizde tesadüfen Film Festivali’ne denk geldik. Kırmızı halılar, sokaklarda şık insanlar, Pazartesi gecesi bile hareketliliğin bitmediği capcanlı halini deneyimlemiş olduk. Bu sene yurtdışından Bono haricinde bir ünlü gelmemişti sanıyorum ama pandemi öncesinde ünlü birçok isim festivale geliyormuş. Magazinforever diyenler önümüzdeki senelerde kaçırmasın:)
Saraybosna’da Nerede Kaldık?
Başçarşı (Bascarsija) içinde Old Town Hotel‘de kahvaltı dahil 4 gece konakladık. Şikayet ettiğim bir şey neredeyse yok diyebilirim. Kahvaltısı, börekler, peynirler, karpuzlar ve yumurta çeşitleriyle bizim damak tadımıza uygundu. Temizlik de her gün özenli bir şekilde yapılıyordu. Resepsiyondakiler de güleryüzlü ve yardımseverdi. Konumun merkeziliği zaten bizi bizden aldı, penceremizi açtığımızda en ünlü camisi ve saat kulesi karşımızdaydı. Otele giderken transfer istedik, anlaşmalı oldukları taksiyle havaalanından şehre ulaştık;13 Euro ödedik.
Saraybosna’da Gezilecek Yerler ve Yeme İçme
4 gün Saraybosna’ya fazla değil mi derken gittiğimiz ekstra gittiğimiz yerlerle ancak yetti diyebilirim ama sadece Saraybosna merkezde takılacaksanız görmek istediklerinize bağlı olarak 2 gün de yetebilir.
Lafı fazla uzatmadan Saraybosna’nın yollarını birlikte arşınlayalım. İlk gün akşama doğru Saraybosna’ya vardığımızdan karnımız aç düştük yollara. Mağazalar ve kafelerle dolu Saraci Caddesi’nden geçerek kokteyl ve hamburgerleriyle ünlü, yerli tavsiyesi Blind Tiger‘a vardık. Henüz saat 4 civarlarında olduğundan ortamı hareketlenmemişti ama umursamayacak kadar açtık. Hamburger ve mojito; en sevdiklerimden. Mojito başarılıydı, hamburgerin daha iyilerini kesinlikle yedim ama fena değildi; fiyat hamburger + kokteyl 20 BAM civarı, Türkiye ile aynı hatta daha uygun diyebilirim. Patates kızartmasından ise bahsetmek bile istemiyorum.
Dönüşte karnımız tok olduğundan artık etrafımızdakilere daha dikkatli bakabiliyorduk. 2. Dünya Savaşı’nda hayatlarını kaybeden sivil ve askerlere adanmış anıt Eternal Flame buraya çok yakın ilk görülecek nokta. İsminden de anlaşılacağı gibi hiç sönmeyen bir ateş yanıyor, bu da aslında bu anıtı diğerlerinden farklı bir eser yapan şey diyebiliriz.
Yine Blind Tiger yakınlarında bulunan Musical Stairway‘e (Müzikli Merdiven) uğruyoruz ancak Türkiye’de de benzer sokak eserlerinde olduğu gibi çalışmaz halde bulduk ya da biz çalıştıramadık ama o kadar karmaşık bir sistem olduğunu sanmıyorum.
Saraci Caddesi’nde bulunan yürürken gözünüzden kaçamayacak bir diğer yapı ise Kutsal Kalp Katedrali. O kadar bariz ve merkezi bir yapı ki önünden birçok kez geçmemize rağmen fotoğraf çekmeyi atlamışım. Katedral dıştan ihtişamlı gözükse de içi çokça kilise gezdikten sonra hiç ihtişamlı gelmiyor. Yine de bu hareketli meydanda kafe/restoranlarda oturmak ve gelen geçeni izlemek keyifli bir aktivite. Biz çokça geçtiğimiz bu meydanda farklı bir günde Metropolis‘te oturduk, kahveleri lezzetliydi ama vitrindeki tatlıların hemen hepsinde krema yoğunluğunu görünce hayal kırıklığı yaşamadık değil. Bir de garsonumuz sağolsun çok güleryüzlüydü (!); kötü bir gün mü geçiriyordu yoksa kalabalıktan sıkıldığı için hep mi böyle bilemiyoruz. Meydandaki bir diğer mekansa Klopa; İtalyan lezzetleri için Bosnalılar tarafından tavsiye edilenler arasındaydı ancak akşam yemek saatinde yer bulamadığımız için oturamadık; lezzetleri bilemiyorum ama kokuların davetkar olduğunu söyleyebilirim.
Günbatımının yaklaşmasıyla caddeyi geride bırakıp Başçarşı içinden günbatımının izleneceği en güzel yerlerden birine Yellow Fortress‘e doğru yokuş yukarı yürümeye başlıyoruz. Merak etmeyin yokuş çok dik değil ve çok uzun da sürmüyor. Yellow Fortress’e vardığımızda insanlar yerini almış, kalan surların üstüne oturmaya başlamışlar bile; birkaç fotoğraf çekip manzaranın keyfini çıkarmak için çok yakınındaki Caffe Kamarija‘ya geçiyoruz. 80’ler 90’lardan çaldığı sevdiğimiz yabancı parçalar, arada Arapça mezdeke tarzı çalmaya başlamasıyla bizimle birlikte Arap ailelerin de şaşırması, gün batımının kızıllığı, ağaçlar arasındaki bu açıkhava kafenin güzel özelliklerinden birkaçı. Kahveler lezzetli ve fiyatları çok uygun. 1,5 sene sonra yabancı bir ülkede olabildiğime şükür anlarından biri. Dönüşte yokuş inerken beyaz şehit mezarlarının karanlıkta şehrin silüeti ile oluşturduğu tezat ve ortaya çıkan manzara da fotoğraflanmaya değerdi.
2. gün otelimizde güzel bir kahvaltı ardından kahvemizi içmek için yola koyuluyoruz. Miljacka Nehri yanından yürüyüşümüz başlıyor. Nehir üzerinde birçok köprü var, kimilerinin tarihi önemi. Örneğin Latin Bridge birçok köprüsü gibi Osmanlı döneminde inşa edilen ve 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcına yol açan olayın yani Franz Ferninand’ının suikastının gerçekleştiği köprü. Academy of Fine Arts’ın bulunduğu noktadaki Festina Lente Bridge de diğer köprülerine göre oldukça modern ve değişik bir mimari köprü. Cumurija Köprüsü‘ne gelirken nehir üstünde telden yapılmış insanlar şeklinde değişik sanat eserleri de oldukça hoş duruyordu ancak ne ifade ettiklerini bir açıklama bulamadığımızdan bilemiyorum. Bizim gitmediğimiz ama daha sonra Bosna Hersek turunda yerel rehberimizden öğrendiğimiz Suada ve Olga Köprüsü (Vrbanja Bridge diye de geçiyor) de 1992’de bu köprüde vurularak öldürülen ve Bosna Savaşı’nın ilk kurbanları sayılan Suada Dilbevoric ve Olga Sucic’e adanmış. Nehir kenarında önemli yapılardan Ulusal Tiyatro ve Posta Ofisi var ama çarpıcı güzellikte binalar mı derseniz benim için değildi.
Kahvemizi yudumlamak için seçtiğimiz kafe Galerija Boris Smoje, yine bir yerli tavsiyesi. Entellerin, sanatçıların takıldığı bir mekan diye yazmıştı; gerçekten de her yaştan bu tarz insanlara rastladık. Boşnak kahvesi yani Türk kahvesi burada yok, klasik kahvelerden seçim yapabilirsiniz. Anlayacağınız üzere Türk kahvesi benim için önemli bir sabah rutini. Kafenin bulunduğu yol da ağaçlıklar altında olduğundan açık havada oturmak keyifli. Karşısındaki restoran (Dos Hermanos) ve yanındaki kafeyi (Spazio Kafe) de gözümüze kestirdik. Bu sokakta az sayıda sokak sanatı çalışmaları da var ama bir Berlin ya da Glasgow beklemeyin tabi.
Kahvemizi içtikten sonra çok da nereye gideceğimizi bilmediğimiz bir halde ilerlemeye devam ediyoruz, elimizde turistik şehir haritası. BBI Alışveriş Merkezi karşısında savaş sırasında ölen çocuklara adanmış bir anıtın (Memorial for Childv uring Siege) yer aldığı park var. Anıttan ziyade arkasındaki çocuk mezarlıkları ve parkın içinde mezarlıklar arasında oynayan çocukların tezatlığı çok çarpıcıydı. Bu park civarında ve farklı noktalarda kaldırımlarda göreceğiniz Sarajevo Rose denilen kırmızı güle benzeyen anıtlar mevcut. Bu anıtlar savaş sırasında en az 3 kişinin öldüğü noktalarda yapılmış, saygı amaçlı üzerine basmadan (fark etmesi zor oluyor ama) geçmeniz daha iyi olacaktır.
Parkın çaprazında Başkanlık Konutu var, daha sonra yerel rehberimizden öğrendiğimiz üzere çoğunlukta olan grupları temsilen Bosna-Hersek’te 3 başbakan mevcut; Boşnak, Sırp ve Hırvat. Başkanlar arasında 8 ayda bir rotasyon oluyor, her birinin kararları veto etme hakkı var. Biz oralardayken ormanlarda yangın çıkmıştı ve yerel rehberimizin söylediğine göre Sırp başkanın işleri yavaşlatması nedeniyle söndürülme çalışmalarına başlanamamıştı.
Hemen biraz ileride Ali Paşa Cami’yi (Ali Pasha’s Mosque) görüyorsunuz, 1560’lı yıllarda inşa edilmiş küçük bir cami. Camilere bu kadar alışıkken görülmesi şart bir cami olduğunu düşünmüyoruz ancak içine girmediğimizi de belirtelim.
Sarajevo City Center büyük alışveriş merkezlerinden biri, içinde Koton gibi bizden mağazalara da rastlamak mümkün. Zaten şehrin genelinde Ziraat Bankası, LC Waikiki gibi birçok Türkiye markası görüyorsunuz. Biz WC kullanmak için girmiştik ancak 2-3 kat bakındık ve bulamadık; koskoca AVM’de WC bulamadık; inanamıyorum hala. Ben ki Londra’da AVM’lerin her birini bu amaçla ziyaret etmiştim:)
Neyseki çok yakınlarda ziyaret edeceğim yerler listemde yer alan Cafe Tito vardı. Kimse bize söylemedi ama Saraybosna’da sokak dilinde “You are Tito” (sen Tito’sun) demek “you are awesome” (Sen muhteşemsin)’a eşdeğermiş. Cafe Tito da böyle muhteşem kafelerinden biri. Yeşillikler içinde, izole, yerel biraları, taze sıkılmış ve gerçekten ev yapımı limonatalarıyla, Yugoslav devlet adamı Tito döneminden kalma tanklar ve eşyalarla dolu şahsına münhasır bir yer. Tabi tanklar olunca çocuklar için de mükemmel bir oyun alanı olmuş.
Cafe Tito’nun önünde de Ulusal Müze ve Tarih Müzesi mevcut, biz içlerine girmediğimizden yorum yapmadan geçiyorum. Cafe Tito’nun arka tarafından ilerleyip nehir kenarına geldiğinizde de Vilsonovo Šetalište (Wilson’s Lane) ‘e ulaşıyorsunuz. Burası nehir kenarında ıhlamurlar altında yürüyebileceğiniz uzunca bir yol, özellikle sıcak Saraybosna günlerinde gölgede yürümek için ideal.
Yürüyüş sonrası haritanın dışına çıkıp civarda gezilecekler rotamızdan yeşilliğe doymak için Vrelo Bosne‘ye gitmek üzere taksiye atlıyoruz. Vrelo Bosne gezimizin detayları Saraybosna Çevresinde Gezilecek Yerler yazımda bulabilirsiniz.
Dönüşte yine Wilson’s Lane civarında inip Druga Kuca Restoranı‘nda yemeğimizi yiyoruz. Yerli tavsiyesi olan imza biftekleri “Steak Druga Kuca” gerçekten lezzetli ve hem bifteği hem de yanındakilerle oldukça doyurucu. Benim tercih ettiğim biftekli Penne ise sıradandı. Penne ve su 17,5 BAM, Druga Kuca Steak ise 35 BAM. Restoranın içi şık ama biz dışarıya tercih ettiğimizden o şık havasını pek hissedemedik.
Akşam içkilerimizi yudumlamak için 60’dan fazla yerel ve uluslararası bira çeşidinin bulunduğu Gastro Pub Vucko‘ya uğruyoruz. Mekan adını Saraybosna Olimpiyat Oyunları’nın maskotu olan Vucko’dan almış, girişte tavanda da görselleri var; keyifli bir mekan ama yer bulamadık maalesef. Şansımızı Courtyard Marriott Otel çatısındaki S One Sky Lounge‘da deniyoruz. Şehir manzarası fena olmamasına rağmen ortamın havası ve kokteyller başarısızdı. Neyseki fiyatlar çok yüksek değildi, kokteyller 9 BAM civarında. Dönüşte otelimize giden sokakta Saraybosna Sırp Ortodoks Katedrali‘nin geceki görünüşü gözümüze çarpıyor, kiliselerin ihtişamı geceleri daha da ortaya çıkmıyor mu sizce de?
3. günümüzde yerel bir tur firmasından ayarladığımız turla Mostar, Pocitelj, Konjic, Kravice Waterfalls, Blagaj turu yaptık. Sabah 8’de başlayıp 12,5 saat süren turumuzun detayları Saraybosna Çevresinde Gezilecek Yerler yazımda.
Akşam dönüşte ise saat geç ve biz de yorgun olduğumuzdan otelimizin önündeki La Cava’da içkilerimizi yudumladık. Adından da anlayacağınız üzere burası şarap içmek için daha uygun bir seçenek ama kokteyller de mevcut. Ortamın havası hoş, garsonlar şakacı. Hava biraz serinlese de içkilerle içimizi ısıttık. Kokteyller 8 BAM civarıydı.
Ertesi gün kahvemizi küçük ama tatlış bir mekan olan Ministry of Cejf‘de sokağın güzelliğine de hayran kalarak içiyoruz; bu sefer tercihimiz Boşnak kahvesi. Bizden önce masada oturanlar tatlıları da mideye indirmiş, aklımız kalmadı değil ama sabah sabah da emin olamadık. Burası Başçarşı Meydanı’ndaki çeşme Sebilj‘e de çok yakın, kuşlarla fotoğraf çektirmek için erken saatlerde gelmek de en iyisi. Başçarşı sokaklarında ise nargileciler, börekçiler, baklavacılar, bakırcılar gibi çok tanıdık mekanlar…
Nehir kenarına çıkıp nehrin öteki tarafına geçmeye karar veriyoruz. Nehrin öteki tarafından City Hall çok daha hoş gözüküyor.Ardından içerilere doğru gidip Sarajevo ulusal birasının üretildiği eski bir bina olan Sarajevo’s Brewery‘i ve çaprazındaki Saint Anthony of Padua Kilisesi’ni dışarıdan görüp Čokadži hadži Sulejman Cami avlusunda bulunan The Tomb of Seven Brothers‘a (Yedi Kardeşin Türbesi) gidiyoruz. Bizim türbelerde olduğu gibi dua etmeye gelen insanlar türbedeki her bir cama para bırakınca dileklerinin kabul olacağına inanıyorlar. Burada aslında kardeşler değil, farklı zamanlarda ölen insanlar yatıyor. Halk bu insanların mezarlarından ışık geldiğini gördüklerini iddia edince 1815’de Süleyman Paşa türbe yapılmasına karar veriyor.
Türbeden nehir boyunca devam ederek ortasında kafe bulunan hoş bir park olan At Meydanı‘ndan geçiyoruz. Tüm jenerasyonların buluşma noktası olan meydan Skenderija’ya Mrs. Crucified heykelini görmeye gidince heykelin küçüklüğü karşısında ufak bir şaşkınlık yaşıyoruz. Heykele neden bu ismin verildiğini yerlileri de bilmiyormuş. Heykelin kucağına oturup fotoğraf çektirmek şart demişler ama biz çektirmedik. Kadıköy Boğa heykeli ile fotoğraf çektirmeyenlere de selam olsun:)
Sıradaki durağımız Olimpik Dağları’ndan biri olan Trebevic’e gitmek için teleferiğe binmeden önce Başçarşı’da her zaman kalabalık olan Sac Börek‘te kıymalı Boşnak böreği yiyip karnımızı biraz olsun doyuruyoruz. Porsiyonu 4 KM ve lezzetli. Teleferikle Trebevic‘e yolculuğumuz düşündüğümden uzun sürüyor, tüm şehir ayaklarımızın altında; en güzel şehir manzarası kesinlikle burada. Çok kalabalık olmadığından mı bilmiyorum ancak 2 kişi de binip gidebiliyorsunuz. Gidiş-dönüş kişibaşı 20 KM. Yukarıya çıktığınızda önce Vidikovac‘ta önce manzara fotoğrafımızı çektiriyoruz. Sonra bir şeyler içmek için Pino Nature Hotel‘e doğru yeşilliklerin arasından ıssız bazen biraz da ürkütücü olan yürüyüşümüze başlıyoruz. Bizimki çok uzunca bir yol değil ama doğanın içinde olmak insana hem bir huzur hem de enerji veriyor. Pino Nature Hotel’e vardığımızda da yürüyüşe değdiğini görüyoruz. Otel hem tasarımı hem de kafe-restoranının rahatlığıyla doğaya uyum sağlamış. Kahve, taze meyve suları hepsi lezzetli ve fiyatlarsa normal (Meyve suyu, su ve Boşnak kahvesi 11KM). Saatlerce oturup hava kararmadan kalkalım artık dememizle buradaki keyfimiz son buluyor. Otelin etrafında da bir sürü yürüyüş patikası var, keşke daha uzun yürüyüşler için erken gelseydik diye düşünmeden edemedik.
Teleferikle döndüğümüzde ise karnımız aç, cebimizde KM kalmamış ama yerel yemeklerinden tadasımız var. Önce İnat Evi’ne gidiyoruz; kredi kartı geçiyor mu dediğimizde tatlı bir söylemle “Money, money, money” diyor restoran sahibi. Sonra sırasıyla Barhana, Pod Lipom ve Dveri deniyoruz. Dveri de yer yok, diğerlerinde de kredi kartı geçmiyor. Uzun bir yol yürüyüp Avlija‘ya vardığımızda ise kredi kartının geçtiğini öğrenmek bizi mutlu etmeye yetiyor. Bahçesi rengarenk döşenmiş, garsonları ehlikeyf, yemekleri ise lezzetli. Mantı ve armutlu rakija deniyorum, ne alaka diyor olabilirsiniz ama rakija denemek için son şansımdı, kullanmasa mıydım? Mantı 9km, rakija 3km; sonuçta yerel bir şeyler denedik sayılır bence.
Ertesi gün denemek için aklımda kalan bir diğer şey ise baklava ama önce kahve içmeliyiz. Kahve için Galerija Boris Smoje yanında aklımızda kalan yerlerden biri olan Spazio Kafe‘ye gidiyoruz, Boşnak kahvesi o civarda bulunmuyor sanırım; lattesi lezzetli neyseki. Sıra geldi baklavaya, bakalım onlarınki nasılmış edasıyla Başçarşı’da küçücük bir dükkan olan Baklava Shop‘tan 1’er dilim cevizli baklava alıyoruz (dilimi 2KM). Bizim ev baklavalarına benziyor tadı, evde artık yapmadığımızdan özlemişim bu lezzeti. Açık yeri yok ama sabah sabah dükkanda müşteri de olmadığından tek dilimlerimizi üst katında mideye indirip ayrılıyoruz. Son olarak Gazi Hüsrev Paşa Camii‘ne mi girsek derken camiye girişin paralı olduğunu görüp vazgeçiyoruz. Başçarşı’da son turları attıktan sonra dönüş vakti.
Havalimanı çok küçük , erkenden gitmenizi önermiyoruz. Bir tane kafesi var ve tek bir çalışanla ve bitmek bilmeyen müşterilerle işletmesinin pek de iyi olduğunu söyleyemeyiz. Duty free de küçük ve biz gittiğimizde indirim oranları çok iç açıcı değildi. Yine de keyifli geçen bu yolculuk için güzel anılarla ayrılıyoruz Saraybosna’dan.
Pandemi Döneminde Saraybosna’da Olmak
Pandemi devam ettiğinden Bosna-Hersek sayıları düşük olsa da (yeni vaka sayısı 170 civarındaydı ben baktığımda) giderken tedirgindik. Aşı kartı (aşı kartı yoksa PCR testi) ile giriş yapabiliyorsunuz; Türkiye’de de, Saraybosna’ya vardığınızda da aşı kartınız kontrol ediliyor. Tabiki bu bilgiler değişebilir, güncel bilgiler için biz Timatic websitesini takip ettik. Dönüş uçağından önce de Türkiye’ye giriş için websitesi üzerinden bir sağlık belgesi doldurmanız gerekiyor, bu belgeyi de Saraybosna’da uçağa binmeden havalimanında kontrol ediyorlar.
Saraybosna’dayken de ne iç mekanlarda ne de sokaklarda maske takılmadığını gördük. Şehirdeki sayılar rehberimizin söylediğine göre günde 4-5 vakaymış, böyle olunca maske zorunluluğu da kalkmış. Kalabalık yerlerde şaşkın bakışlara maruz kalsak da biz takmayı tercih ettik, açık alanları olan kafelerde oturduk ancak çok kalabalık olmayan yerlerde veriler ışığında biz de rahatladık. Bu gezimiz normalleşmeye dair bir umut da olmadı değil. Sayılar düşebilir, tedirgin olmadan film festivalleri ve konserler dönebilir, aslında herkes üzerine düşeni yaparsa umut var sanki.