Milano’ya ilk gidişim bu sene oldu, nedense aklımda Milano’ya dair sadece alışverişten ibaretmiş gibi bir algı vardı. Şehre ayak bastığım anda bu algının yanlış olduğunu hissettim, şehir de beni haklı çıkardı.
Öncelikle Mart sonunda 2 günlüğüne geçiş noktası olarak gittiğim, Mayıs’ta da 4 gün tekrar bulundum ve şehri keşfetmeye genel hatlarıyla yetti, hatta ikinci gidişimde 1 günlüğüne Como’ya da geçme fırsatım oldu. Şehirdeki ilk izlenimim Barselona havası veren bir İtalyan olmasıydı diyebilirim. Ben büyük şehir insanıyım, öyle duruyor. Yaşamak için beni büyük şehirler çekiyor.
Milano’da konaklama için Milano’da En İyi Oteller yazıma göz atabilirsiniz, zira kaldığım 3 otelden de memnun kaldım. Yine gitsem aynılarını hangisi uygunsa tercih ederim.
Bu yazım oldukça detaylı ve birçok rehberde bulunmayan noktayı içeriyor, o yüzden biraz uzun da olsa atlamadan okumanızı öneririm.:)

Mart sonunda gittiğimde şehri sabah gezmeye başladığımda otelime yakın olan Porta Venezia Bölgesi’nden başladım ve o bölgeyi tamamladım. İlk durağım Via Serbelloni yer alan özgün bir Art Nouveau bir tasarım olan Ca de l’Oreggia, yani Kulak Evi oldu. Bu kulak, 1930’da yapılmış erken dönem bir interkom, ziyaretçiler seslerini kulağa doğru söyleyerek portiyere ulaştırabiliyormuş. Bugün artık çalışmasa da dileklerinizi kulağınızı fısıldarsanız kabul olur gibi bir inanış olduğundan ben de dileklerimi çok da fısıldayarak değil ama ilettim:)
Ardından durağım en sevdiğim noktalardan biri olan Villa Invernizzi‘ydi, neden sevdiğime gelecek olursak flamenkoların olduğu bir bahçe burası. Her ne kadar içine giremediysem de uzaktan da olsa bu muhteşem kuşları gözlemlemek çok hoş bir deneyimdi.

Buradan Via Carlo Poerio‘ya devam ediyorum, bu yolda no:35 numaralı evi göreceğim ama no:35’e gelene kadar bir sürü güzel ev var ki 35 numaralı ev gölgede kalıyor. Bu ev daha çok Amsterdam’daki ev stillerine benzer bir ev. Buranın hemen bir üst caddesindeki parkta yer alan Fontana Pinocchio’yu da görüyorum, adından da anlayacağınız üzere Pinokyo heykeli bulunan bir çeşme, çok özel olduğunu söyleyemem ama geçerken görülebilir.

Ardından istikamet Milano’nun Notting Hill’i diyebileceğimiz Via Abraham Lincoln. Burada Londra’ya kıyasla küçük bir renkli evler sokağı var ve renkler daha canlı pastel tonlardan ziyade. Tabi insanların müstakil evleri olduğundan çekim yaparken biraz çekindim. Bir de bu evler genel Milano mimarisine biraz ters düşmüş sanki.

Ben Via Cappuccini’deki Berri Meregalli House’u tercih ederim, hatta o caddedeki birçok evi. Ba-yıl-dım. Barselona’daki evlere de bayılıyorum, burada daha süslü bir zariflik var gibi Barselona’ya kıyasla ama her ikisi de mimari olarak beni tatmin eden yerler diyebilirim. Yakında Milano craving gelir mi gelir gibi.

İlk seyahatimde araya Verona girdikten sonra son günümde yine Milano’dayım. Hava çok güzel olunca ilk durağım Navigli. Kanal kenarında kafeleriyle tatlış bir bölgesi Milano’nun, tam dolce vita tadında. Burada hayatını bu bölgede geçiren Milanolu şair Alda Merini adına yapılan Ponte Alda Merini‘yi geçiyorum. Burası kilitlerle süslenerek adeta Milano’nun aşıklar köprüsü olmuş.

Yine Navigli’de dolaşırken insanların güneşlendiği, köpekleriyle çimlere yayıldığı Parco Baden-Powell‘ı ziyaret ediyorum, bu park gerçekten keyifli. Ardından biraz daha yürüyüp tarihi ve fotojenik bir sokak olan Vicolo dei Lavandai yani “Yıkamacılar Sokağı” na gidiyorum. Eskiden yıkama yeri olduğundan bu ad verilmiş. Yan yana sıralanmış sabun, fırça gibi çamaşır malzemeleri satan drogueria da bugün restoran ve kafeye dönüştürülmüş.
Navigli’ye Mayıs’taki gelişimde Cumartesi günü geliyorum ve tezgahlar kurulmuş. Takılardan çantalara antikalara bir sürü şey satılıyor. Hava daha da güzel, etraf hareketli ama öyle aşırı kalabalık da değil. Yalnız tezgahları erken toparlıyorlar, ben gittiğimde 3 gibiydi ve bazıları toplamıştı bile.

Ayrıca Navigli karşısındaki Darsena eski liman da takılmak için oldukça hoş, içkilerinizi alıp nehir kenarında yerellere katılabilir ya da kısa bir soluklanma için gidebilirsiniz.

Neyse ilk ziyarete geri dönelim ve Navigli’den Duomo’ya kadar neleri gördüm anlatayım. İlk durağım Sant’Eustorgio Kilisesi oldu. Kilisenin bahçesi çok hoş, ben gittiğimde pembe ağaçlar açmıştı ve etraf çok güzel duruyordu. Bu kilise Hristiyanlık tarihinin en eski kiliselerinden biriymiş, zira içindeki freskler de solgunlaşmış ama oldukça güzeldi. Şapel de Rönesans mimarisinin en iyi örneklerinden olarak geçiyor. Ayrıca kazılarda bir de mezar çıkarılmış, o da görülebilir.

Kilisenin bahçesinde Saint Peter Martyr’s heykeli var. Şapele de adını veren azizlerden. Geçmişte korku salan engizisyonda inquisitor olarak (yargılayıcı rahip) görevlendirilen ve Milano’nun karanlık geçmişini temsil eden kişilerden biri. Bir de bu meydanda ikinci gidişimde tezgahlar kurulmuştu ve çok güzel el yapımı takılar vardı.

Ardından yolum Basilica San Lorenzo Maggiore ancak bu kilisenin içinde beni çeken bir şey olmadı. Kilisenin önündeki Colonne di San Lorenzo ise halkın özellikle haftasonu akşamları toplanma, arkadaşlarla oturma noktalarından biriymiş. Özellikle Cuma-Cumartesi 10 sonrası çok hareketleniyormuş ancak ben daha hava kararmadan orada olduğumdan olağan bir hareketlilik vardı sadece. Kolonların tarihi tarafına gelirsek 16 adet yaklaşık 7,5 metre yüksekliğindeki bu sütunlar, antik çağda bir tapınak ya da hamam kompleksi parçasıymış ve taa Roma İmparatorluğu’na kadar uzanıyormuş. 2. Dünya Savaşı’nda bombalamalar sırasında önü ve arkası açılmış. Kentin adeta tarihi yolculuğuna tanıklık eden sütunlar diyebiliriz.

Gelelim birçok kişinin gözden kaçırdığı, görse de ne olduğunu anlamadığı bir ziyaret noktasına, “The Infamous Column“. Via Gran Giacomo Mora,1 ‘ de yer alıyor. 17. yüzyılda veba salgını Milano’yu da vuruyor ve o dönem Milano İspanya işgali altında. İspanyolla veba salgınıyla nasıl baş edeceğini bilemiyorlar. Yorgun düşmüş halkın sorularıyla başa çıkabilmek için bazı insanları vebayı yayıyor diye damgalayarak önce hapse atıp işkenceyle işlemedikleri suçlarını itiraf etmelerini sağlayıp sonunda da halkın önünde infaz ediyorlar. Daha sonra da evlerini yıkıyorlar, bunlar yerine de Infamous Column denilen bir sütun dikiliyor. İlki 1630’da bir berberin evinin yerine yapılıyor. Bir süre sonra işkence altında suç ortaklarınız kim diye sorulunca İspanyol asillerinin isimlerini vermeye başlıyorlar ve İspanyolların bu uygulamayı durdurmasını da bu sağlıyor. Bugün yaşadıklarımıza ne kadar da yakın değil mi?

Yeni bir güne Milano’nun hip bölgelerinden Isola‘da başlıyorum, burası kaferleri ve duvar sanatlarıyla ünlü ancak Pazar sabahı gidince yeni kurulmakta olan bir pazar ve sayılı açık kafeden başka bir şeye rastlayamadım. Bir sonraki gidişimde tekrar Isola’ya geldiğimde çok daha canlıydı, kafeler açıktı, herkes bir şeyler içiyordu ama duvar sanatı açısından beni çok tatmin etmedi.

Isola’ya çok yakın olan Bosco Verticale (Dikey Orman) ile devam ettim. Bunlar bitkilerle örtülü yüksek katlı binalar, Milano’nun modern yüzünü simgeliyorlar ancak ben tarihi yüzünü tercih ederim. Tabi sürdürülebilirlik kısmı en önemli noktası. Bu dikey orman, 5 dönümlük park alanına eşdeğer yeşilliği, yalnızca 1.000 m² alana sığdıran bir projeymiş. Yıl boyunca karbondioksit ve toz emilimi, oksijen üretimi, gürültü azaltma ve ısı dengesi gibi ekolojik faydaları var. En yenilikçi ve güzel gökdelen ödülü de almış.
Bosco Verticale karşısında Biblioteca degli alberi Milano bahçeleri de var, bu park da Bosco Verticale ile uyumlu olmuş ama bir diğer tarafında da AVM yükseliyor olması ne kadar uyum tartışılır. Bu bölgede hoş duvar sanatları da vardı.

AVM’den geçerek Corso Como‘ya ulaşıyorum. Burası kafelerle dolu kısa bir cadde ama en önemli noktası 10 numaradaki restoran/kafe, butik ve sanat merkezi olarak kullanılan yer. Bu yolun sonu Porto Garibaldi’ye devam ediyor, bu sur kapısının hemen yanı da kocaman bir Eataly mağazası. Fiyatlar da çok çeşitli, uygun fiyata eve götürmelik içki ve atıştırmalıklar alabilirsiniz.

Porto Garibaldi’den geçip Corso Garibaldi’ye devam ettiğinizde kafeler ve restoranlarla dolu bir caddeden geçiyorsunuz, burası da hareketli bir cadde. Buradan son durağım ise Indro Montanelli Gardens. Burası oldukça yeşil, yürüyüş için hoş bir park. Park içinde, 17. yüzyıldan kalma Palazzo Dugnani, 1888–1893 yıllarında yapılan Civic Natural History Museum, 1930’da açılan Ulrico Hoepli Planetarium yer alıyor. Ben bunları ayrıca gezmedim.
Porta Nuova sokaklarından geçerek otele dönüp Milano’ya veda ediyorum tekrar gelmek üzere. Porta Nuova benim için görülecek bir şey yok ki dediğim bölgesi oldu diyebilirim.
İkinci gelişim öncesi İsa’nın Son Akşam Yemeği’ne rezervasyon yaptırmak istiyorum ancak gittiğim tarihler için dolu olduğunu görüyorum, çünkü 3 aylık dönemler halinde biletler satışa çıkıyormuş. Neyseki her ayın ilk pazarı için ücretsiz giriş veriyor ve benim gittiğim hafta da bu döneme denk geliyor. Yalnız bu girişleri de rezervasyon için belli bir gün ve saatte açıyor. Ben Pazar günü için Çarşamba 12:00’de rezervasyon yaptırıp ücretsiz girişimi garantiliyorum. Her ayın ilk pazarı ücretsiz olan bir başka müze ise Pinoteca di Brera, diğer gitmek istediğim yer. Bunun da çarşamba günü rezervasyonu açıktı, önce İsa’nın son akşam yemeği sonrasında da Pinoteca Brera ücretsiz rezervasyonlarım hazır:)

İkinci gelişimin ilk günü 1 Mayıs. Google Maps’de açık gözüküyor olmasına rağmen birçok yer kapalı, örneğin mezarlık. Onca yol yürüyorum ne için, kapalı olduğunu bulmak için! Neyseki dönüşte aklımda olmayan ama içinden mecburen geçtiğim Çin Mahallesi‘ne denk geliyorum. Burası diğer Avrupa ülkelerindenkinden farklı. Hem butikleri çok tarz hem de yeme içme yerleri çok popüler. Yerlisi burada toplanmış. Ara sokaklarında dolanırken yine güzel yapılara da rastlıyorum.

Çin Mahallesi’nde dolaştıktan sonra Sforzesco Şatosu‘na geçiyorum. Öncelikle şatonun bulunduğu park oldukça keyifli. İnsanlar çimlerde oyun oynuyor, güneşleniyor… Avrupa’nın bu halini seviyorum. Sforzesco Şatosu’na müze kısmını gezmek haricinde ücretsiz girebiliyorsunuz. İçinde bir de kafesi var soluklanmak için ancak tatil günü öğle saatinde biraz yoğun oluyor. Pazar günü sabah saatlerinde tekrar ziyaretimde ise çok güzeldi, bilginize.

Ertesi gün Como’dayım, bu ayrı bir yazının konusu:)

Milano’daki bir sonraki günümde ise klasiklere geçiyorum. Galleria Vittorio Emanuele II, içerisinde Prada, Gucci, Louis Vuitton gibi lüks mağazalar, tarihi kafe-restoranların (Caffè Camparino, Savini, Biffi) bulunduğu ikonik nokta. Oldukça süslü bir yapı, yerlerde de mozaikler var. Orta noktasında bulunan boğa mozaiğinde ise 3 kez tek ayakla dönmenin şans getireceğine inanılıyor, e ben de gerekeni yaptım ama bir sıraya göre ilerlemiyor; önce kim geçerse modu.

Galleria Vittorio Emanuele II önünde Duomo yer alıyor. Sabah saatlerinde gidince görece daha sakindi önünde fotoğraf çekilmek için ama akşam gün batımındaki rengi ise daha güzel bir ışık veriyor net olarak. Bir de gün batımında çevrede müzik yapanlar da olunca ortam oldukça keyifli bir hal alıyor. Ben içine girmedim ama girmek istiyorsanız önceden rezervasyon rahatlık sağlayacaktır. Terasına çıkmak için ayrı bilet almak gerekiyor, hatta asansörlü ve merdivenli çıkış için iki ayrı bilet seçeneği mevcut. Ben fotoğraflara baktığımda çok ilgimi çekmedi ve es geçmeyi tercih ettim.

Duomo’nun hemen karşısında Rinascente Milano diye bir alışveriş mağazası var. Birçok kattan oluşuyor ve içinde kıyafetten kahveye birçok şey satılıyor. Ben özellikle tavsiye edilen ev dekorasyonu bölümü için girdim, gerçekten de güzel ve değişik tasarımlar vardı. Bazıları da absürtlüğüyle ilgi çekiciydi, kim evine mezar taşı alıyor ve neden?

Buradan Santuario di San Bernardino alle Ossa Kilisesi‘ne geçiyorum ve bu hayatımda gördüğüm en ilginç kiliselerden biri oluyor. İlk adım attığınızda girdiğiniz yeri geçin ve doğruca ikinci odaya (Kemikler Şapeli) ilerleyin. Zira burası 1210 yılında, Santo Stefano mezarlığı dolunca kemikleri depolamak için inşa ediliyor. 1269’da bu küçük yapıya bitişik bir kilise ekleniyor. Daha sonra da kuru kafa ve kemikler dekoratif şekilde duvarlara yerleştiriliyor. Tüm oda bunlardan oluşuyor. Sadece tavanda “Meleklerin Uçuşunda Ruhların Zaferi” freski var, bir de duvarlarda birkaç heykelcik. Burası ibadet, ölüm ve hafıza üçlüsünü bir araya getiren bir nokta olmasıyla da düşündürücü.
Bu kilisenin hemen yanında Basilica di Santo Stefano Maggiore yer alıyor. Ben gittiğimde bir tören başlamak üzereydi, süslü süslü giyinmiş insanlar toplanıyordu. Hızlıca gezdim burayı ama oldukça eskiden kalma yanlardaki freskleri görmeye değerdi.

Bazilikaya Milano Üniversitesi de çok yakın. Gidip en azından dışından görmek hoştu, zira heykellerle süslü tarihi ve güzel bir binası var.

Milano Üniversitesi’nden yolumu Piazza degli Affari’ye çevirerek orta parmak heykelini görmeye gidiyorum, zira bu heykeli İstanbul’a da yapsak çok yakışır bence. Ne dersiniz? Sizce de anlamlı olmaz mı? Heykelin orada bir amca saksafon çalıyor, meydan nerdeyse boş. Bu heykelle ortamın huzuru tam bir tezat. Umarım siz de böyle bir ana denk gelirsiniz.

Evet sıra geldi diğer bir harika kiliseye, adeta bir müze olan “Chiesa di San Maurizio al Monastero Maggiore”. “Milano’nun Sistine Şapeli” olarak anılıyormuş zaten. Dışarıdan sade bir cepheye sahip olsa da, iç mekan tamamen fresklerle kaplı. Kiliseye ilk girdiğiniz bölümü geçin ve ikinci bölümdeki Nun’s Hall’a hemen girin, burası gökyüzü ve İncil sahneleriyle süslü kubbesiyle adeta mikro bir sanat galerisi gibi. Bu arada bahsettiğim tüm kiliselerin girişi ücretsiz, tepe tepe gezin.
Gezdikten sonra biraz da alışveriş derseniz mağazalarla dolu Via Dante‘ye ya da Via Torino‘ya gidebilirsiniz, Dante’de daha lüks mağazalar mevcut. Bir de Via Dante başında hoş bir kitapçı olan ve çoğunlukla İngilizce kitaplar bulabileceğiniz American Bookstore’a göz atabilirsiniz.

Sıra ilk gün gezemediğim ikonik mezarlıkta. Ben heykellerle dolu çok mezarlık gezdim ama burası gerçekten en ikoniği diyebilirim. Birçok yerde okumuştum, ilk Milano dönüşü havalimanında karşılaştığım çiftin gösterdiği fotoğraflarla da güzelliğine ikna oldum. Sonra araştırınca zaten gitmeden olmayacaktı. Yalnız çok büyük bir yer ve heykellerle dolu bir müze gibi düşünebilirsiniz. Bir de işin duygusal boyutu var ki ona hiç girmeyelim. İnsan düşünmeden edemiyor, İstanbul’da mezar fiyatları almış başını gitmişken bu mezarlar kaça patlıyor? Ya da ben heykel diktirmek istesem mezarıma ne diktirirdim? Neyse gir çık gezebildiğim kadar gezdim ama eminim görmediğim daha birçok nokta da kalmıştır. Mezarlık deyip geçmeyin.

Eveet Milano’da son gün müze ziyaretleri. İsa’nın Son Akşam Yemeği’ne çok erken gitmeyin, zira erken almıyorlar ama önce biletinizi yan gişeden pasaportunuzla onaylatmanız gerekiyor. Ben bu kısmı erkenden yaptım ancak giriş için 15 dk önce kapıya gidiyorsunuz. Su veya herhangi bir yiyecek sokmak yasak. İçeriye toplu giriliyor ve toplu çıkılıyor. Leonardo da Vinci, geleneksel duvar resminden farklı olarak, kuru sıva üzerine tempera ve yağlı boya karışımıyla çalışarak yapmış, bu özellikten ötürü maalesef bozulmaya daha elverişli hale gelmiş. Bu yüzden de eser gelişmiş iklim kontrol sistemleriyle, toz ve nem gibi zarar verici etkenlerden korunuyor. Bu eserin karşı duvarında ise Giovanni Donato da Montorfano’nun Crucifixion eseri yer alıyor. Detayları çok fazla olan bir eser, buna da vakit ayırmak gerekiyor.

Sırada Pinoteca di Brera var. Pinoteca çevresinde Pazar günü tezgahlar kurulmuş, tabi söz konusu hoş takılar olunca bakmadan geçemiyorum. Pinoteca’ya girer girmez avlusunda sizi dönen bir kütüphane “Library of Lights” karşılıyor, buraya giriş için bir ücret ödemiyorsunuz zaten. Britanyalı sanatçı ve ışık tasarımcısı Es Devlin tarafından tasarlanmış. Işıklarla dramatik gölge oyunlarıyla avlunun sessiz bir sahneye dönüşmesi hedeflenmiş. Burada biraz vakit geçirmenizi öneririm, zira dinlenmek için de hoş bir alan. Ayrıca ses enstalasyonu da var: Carlo Rovelli’nin The Order of Time kitabının ses kaydı (Benedict Cumberbatch), sanatçının sesinden Maria Gaetana Agnesi’ye dair alıntılar ve Beethoven’dan solo keman parçaları ekleniyor. Kitaplardan alıp okuaybiliyorsunuz ya da bağış da yapabiliyorsunuz.

Pinoteca di Brera’nın sergi bölümüne bilet zamanımdan yarım saat erken varmama rağmen içeri almada sorun çıkarmıyorlar. Öncelik Hayez’in Kiss tablosunda ama müzede farklı birçok güzel eser mevcut. Örneğin; Giovanni Antonio Boltraffio’nun Casio tablosu, Bernardo Luini’nin Body of St Catherine tablosu, Crespi’nin Last Supper yorumlaması, Giacomo Ceruti’nin Errand Boy Seated with a Basket on His Back, Geralamo Induno’nun Sad Presentiment tablosu, Giovanni Spertini’nin The Writer heykeli gibi. Normalde dini eserleri çok sevmiyorum hepsi birbirine benziyor diye ama burdaki dini eserler bile oldukça güzeldi. Hayez’in Kiss Tablosu’nun hemen arkasında telefondan dinleyebileceğiniz sesli anlatım var, bence kaçırmayın, tabloya farklı gözle bakmanızı sağlıyor. Klimt’in Kiss tablosunu da bir sene önce görmüş biri olarak bir kıyaslama da yaptım ister istemez, tabi Klimmt daha somut çalışmıştı bu esere göre ama burada da daha tutkulu bir öpüşme var bence. Bir de bu müzede sevdiğim şey, sizi düşündüren sorular serpiştirmiş olmalarıydı eserlerle ilgili. Daha interaktif, içine alan bir müze deneyimi sundu diyebilirim. Pinoteca’yı gezdikten sonra dinlenmek isterseniz avlusunda bir de kafesi var.