Kemaliye’nin eski adı cennet gibi bir yer anlamına gelen Eğin. İçinde bulunduğu coğrafyayı düşündüğümüzde gerçekten de böyle bir tasvir Kemaliye’yi anlatmak için çok uygun. Hem doğası hem insanı hem de kültürüyle kurtarılmış yerlerden biri.
Kemaliye adı Milli Mücadele’de verdiği destekten dolayı 22 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilmiş. Günümüzde Erzincan’a bağlı ilçenin nüfusu 2200; sayının az olduğuna bakmayın; bu kadarı bile bu küçük ilçede büyük işler yapmaya yetmiş. Kemaliye’nin nüfusu bir dönem 38000 kişiye kadar ulaşmış, o zamanlarda özellikle İstanbul’a çok fazla sayıda göç olmuş. Osmanlı zamanında göçü önlemek için İstanbul’daki et satışının Eğin tarafından yönetilmesi için ferman verilmiş, İstanbul’da kasapların çoğunun Erzincanlı olması da tesadüf değil yani. Eğinliler sadece İstanbul’a değil, dünyanın birçok yerine de yayılmışlar; hatta “Eğinli’nin topalı Bağdat’tadır”diye bir deyiş var. Karanlık Kanyon’a giderken traktörüyle bizi götüren amcanın kardeşlerinin Japonya’da olması, bir Amerikalının Kemaliye’yi ziyarete gelip ailesinin anlattıklarından Kemaliye’yi sanki tanıyormuşçasına gezmesi de bu deyişin boşuna olmadığının sadece birkaç göstergesi.
Kemaliye’ye gitmek için Erzincan havalimanına inilebileceği gibi Malatya’ya da inilebilir. Kemaliye’nin eskiden sırasıyla Elazığ ve Malatya’ya bağlı olduğu dönemler de olmuş zaten. Başladığınız yere göre rotanızı şekillendirmek size kalmış.
Biz gezimize Erzincan Havalimanı’ndan başladık. Havada uçarken dağlara hiç bu kadar yakın olmamıştım, uçaktayken bir sürü fotoğraf çekmekten kendimi alamadım. Dağların zirvesindeki kar ve bulutların oluşturduğu harika manzara heyecan verici bir gezi olacağının ilk işaretiydi.
İlk durağımız Erzincan’a bağlı Kemah ilçesindeki Kemah Kalesi‘ydi. Ayazma Deresi Piknik alanında az çeşitte ama lezzetli ürünlerle yaptığımız kahvaltı sonrası düştük yollara. Dağların tepesine kurdukları kaleye, dere kenarından tepelere doğru kıvrılan yollardan tırmanarak çıktık. Gezinin bence en zorlu yolu burasıydı, kaygan ve dar patikalar, tepelere çıktıkça kayganlaşan taşlar,”Gavur kızın çardağı” olarak adlandırılan karanlık bir mağaranın içinden geçip dar geçitlerden ilerlemek… Kafanızı yukarıya kaldırdığınızda iki yüksek tepe arasında bir patikada yürüyorsunuz ve acaba başıma taş düşer mi karşımıza domuz çıkar mı gibi düşüncelere dalıyorsunuz. Bastığınız yerden düşme korkusunu mu dert edeceksiniz yoksa tepeden gelebilecek tehlikelerden mi endişe edeceksiniz gezi boyunca buna karar vermek zor. Maalesef pek de cesur olmayan adımlarla yürürken can korkusuyla çok fotoğraf çekemedim; neyse ki bu yoldaki rehberimiz çıktığımız tepedeki bir mahallenin de muhtarı olan bir dağcıydı ve sağolsun benim gibi acemilere çok yardımcı oldu. Gerçi 10 kişilik turumuzun en genci ve en acemisi bendim:)
Bu yolu yürürken bazı noktalarda karlı zirvesiyle Munzur Dağları da kadrajınıza giriyor, korkuyor olsanız da yolda yürürken arada durup etrafa bir bakın ve manzaranın keyfini çıkarın. Yolda ceviz ağaçlarından dökülmüş taze ceviz görürseniz ağaç gövdelerine vurarak kırın ve tadına bakın. Tepeye çıktığınızda bu zahmetli yolculuğun harika bir manzaraya çıkacağını düşünüyorsanız maalesef yanılıyorsunuz; kaleden artakalanlar çok fazla değil. Kazı çalışmaları ise halen devam ediyor. Kemah ilçesine tepeden bakmak ne kadar mutlu eder sizi bilemiyorum ama geçtiğiniz yolu dönmeden merkeze inebileceğinizi öğrenmenin mutluluğu benim için o an paha biçilmezdi. Merkezde ahşaptan yapıldığından oldukça güzel gözüken 1454 yılından bu günlere gelen Gülabibey Cami yer alıyor. Camiyi de ziyaret ettikten sonra Ayazma Deresi Piknik Alanı‘na dönüp kahvaltımızı ettiğimiz yerde bir de çok lezzetli yöresel yemekler yiyoruz. Erişteli soğanlı ayranlı çorba, yumurtalı taze fasulye ve konak kebabı; hepsi birbirinden leziz.
Lezzetli bir öğle yemeği ardından rotamız Karanlık Kanyon. Gecenin köründe kalkıp gelmişiz buralara, en zor ve yorucu aktiviteler ilk güne mi konur? Karanlık Kanyon için bir köye kadar arabayla gelip sonrasında traktöre biniyorsunuz. Traktör taşların üstünden geçip sizi bir sağa bir sola savururken yürüyerek çıkamaz mıydım bu yolu acaba sorusu kafanızı kurcalamıyor değil. Sonra aniden gelen bir düşme korkusu bütün kafanızı kurcalayanları silip götürüyor. Rehberimiz ise ayakta, fotoğraf yakalama peşinde. Yörenin insanı olmak onları şartlara alıştırmış belli ki. Yolda çıkarken kestaneye benzer gal denilen, sineklerin yumurtalarını bıraktığı ağaççıklar görüyoruz. Bir noktadan sonrasını yürüyün isterseniz deyince herkes sevinçle traktörü terk ediyor. Bu yolun maalesef dönüşü de aynı… Neyse dönüşü düşünmeden önce tadı çıkarılacak, bu sefer zahmete değen bir manzara var önümüzde. Dağ keçilerine gören rehberimiz bizi bırakıp keçilerin peşi sıra koşuyor, yine fotoğraflamak için. En uca geldiğimizde dağların arasında dar bir kanyon bizleri karşılıyor. Düşmeden nasıl poz versek acaba derken rehber düşüp ölen Amerikalı paraşütçüyü, kemiklerini kıran Filipinli paraşütçüyü anlatıyor. Benim düşmek için paraşütle artistlik yapmama gerek yok; yürürken de bir ayak kayması, hoop nehre. Çok mu korkuttum acaba? Merak etmeyin benim tecrübesizliğim ve korkaklığımla sağ salim, çiziksiz bu yolları atlattıysam siz de atlatırsınız bence. Çoluk çocuk biraz zor olur kanımca, çocuklar büyüsün öyle gidin derim.
Dönüş yolu için tekrar traktöre, iniş daha da hoplamalı zıplamalı. Traktörden inince bir çay molası iyi gidiyor. Traktörcü amcamızın torunlarından birine “özgür ruhlu densiz kız” lakabını takması hepimizin ilgisini çekiyor. Densizliği bilmem ama bu ülkenin özgür ruhlu kızlara ihtiyacı var, Şimanur yanındayız:) Bu aralar Nur ismi çok modaymış, her kız çocuğunun ismi Nur diye bitiyor.
Kemaliye’deki otelimize doğru ilerlerken aklımdaki soru ise “Böyle küçük bir ilçede acaba nasıl bir otel bizi karşılayacak?”. İlçeye girerken anlıyorum ki korkum boşuna. Burası Safranbolu havasında eski dokusunu koruyan evlerin, konakların bulunduğu bir ilçe. Keza otelimiz de bu dokunun bir parçası, Bozkurt Otel. Odalar genişçe ve manzaramız da dağların arasında akan Karasu (Fırat Nehri’nin bir kolu). Yemek öncesi keşfimizde Bocik Sanat Atölyesi‘ne uğruyoruz, içeri girdiğimizde otantik ortamda yöresel ürünlerin satıldığı modern bir atölye görünce sahibinin İstanbul’dan olduğundan şüphelenmiştim. Keza İzmirli olan sahibi yıllarca Kadıköy’de yaşadıktan sonra eşinin köyüne yerleşip Bocik’i açıyor. Bocik ismi de Kemaliye’ye özgün bir kertenkele türü olan sarı benekli Yağmur Bociği’nden geliyor.Bu bocik çok kıymetli, salgıladığı sıvı botoksta kullanıldığından yöreye özgü bu kertenkeleyi götürmeye kalkarsanız 42000 TL cezası var diyor rehberimiz. Otelimizin karşısında bir de yöreye özgü eşarp, şal ve bez dokumalarının bulunduğu yöresel ürünler dükkanı var. Yöresel ürün denilince elbette yörenin yiyeceklerinin satıldığı dükkanlara da değinmemek olmaz. Biri otelin altında, bir diğeri ise çaprazında yer alıyor. Dut kurusu, kumda leblebi, tulum peyniri, 120 çeşit bitkiden hazırlanan zetrin alabileceklerinizden sadece bazıları.
Ertesi gün rotamız Kemaliye’nin köyleri. Yolda giderken sarp bir kayalık üstüne kurulmuş bir evi görüyoruz. Bu ev “Düğün Dernek” filmini izleyenlere tanıdıkmış, ben izlemedim; malum şahsın adının geçtiği son olaylardan sonra da hiç izleyesim kalmadı. Bu evden sonra ilk gördüğümüz köy Kozlupınar, önce bir uzaktan çekiyoruz köyü. Kozlupınar’ın biraz ötesinde de Yeşilyurt. Bu arada giderken vadinin bir kısmına güneş yansırken diğer kısmının gölgede kaldığını görüyoruz; güneşte kalan kısma Güneş Vadisi deniyormuş. Yeşilyurt’a giderken geçtiğimiz Kozlupınar köyü de oldukça hoş. Yeşilyurt ise kırmızı çatılarıyla ünlü. Tepeden bakınca yeşilin içinden mantar gibi çıkan bu çatılar oldukça güzel bir fotoğraf karesi oluşturuyor. Köydeki eski ahşap evler de oldukça güzel ama köy ıssız; adeta terk edilmiş gibi. Meğersem yazın burada olan halk kışları büyükleri de alıp İstanbul’daki evlerine gidiyorlarmış. Yeşilyurt Köyü Cami’nin de içi oldukça güzel, ahşap tavanlardaki süslemeler camiye ayrı bir hava katmış.
Köy gezintimizden sonra Kırkgöz Mesire Yeri’nden aşağılara doğru iniyoruz. Mesire yeri dediysek bir çay bahçesi vardır soluklanırız diye düşünmeyin, kendi termosunuzu getirdiyseniz oturup içersiniz ama öyle büfe/kafe tarzı bir şey yok. Turumuz sizin de anlayacağınız üzere bol yürümeli. Yaklaşık 1-1,5 saatlik yürüyüş sonrası yemek yiyeceğimiz yer olan Yalçıner Tatuta Çiftliği’ndeyiz. Çiftlikte yine yöresel yemekler bizleri bekliyor. Özellikle dut pestilinin krep hamuru gibi bir dış harçla kaplanıp kızartılmasıyla yapılan ve üstüne ceviz serpilerek servis edilen tatlıya bayıldık.
Yemekten sonraki durağımız ise Kemaliye’nin müzeleri. Yanlış duymadınız, bu küçük ilçede 2 adet müze var; biri Kemaliye kültürünü anlatan, diğeri ise bir doğa tarih müzesi. Kültür Müzesi eskiden bir kiliseymiş, Ermenilerin göç etmesinden sonra atıl duruma düşünce müze yapılmış. Müzede yerel kıyafetler, eskilerden kalma eşyalar, eski paralar, tüfekler vb. birçok şey mevcut. Doğa Tarihi Müzesi ise Prof. Ali Demirsoy önderliğinde kurulan hem Kemaliye’ye özgü hem de Türkiye genelinden mineral, taş, fosil, bitki ve hayvan örneklerinin yer aldığı müze. Rehberimiz Şevket Bey de müzenin kurulmasında rol oynayanlardan, müzedeki her bir bölümü şevkle anlatıyor. Müzede bir de fil iskeleti var. Londra’dakiyle kıyaslamak doğru olmaz ama imkanlar dahilinde burada çok başarılı bir iş çıkarmışlar. Bu küçük ilçede böyle bir şey beklemezdim, çok şaşırdım ve mutlu oldum.
Müzelerden sonra Karanlık Kanyon‘a bir de aşağıdan bakmak için tekne turuna gidiyoruz. Tekne turu öyle ha deyince yapabileceğiniz bir şey değil, suların uygun olması bekleniyor. Teknede hangi gruba rastlayacağınız önemli, umarız bizim rastladığımız gibi bir gruba rastlamazsınız. Biz doğayı dinlemek istiyoruz, onlar müzik. Biz sakince oturup etrafı seyretmek isterken onlar halay çekme derdinde olunca pek anlaşamadık elbette. Yukarıdan seyretmek kadar olmasa da tam anlamıyla deneyimlemek için aşağıdan yukarı da bakmak, motorların sesinin kesildiği yerde doğayı dinlemek de lazım. Bu günün akşamında ise Kültür Kafe‘ye fasıla gidiyoruz. Rehberimizin on parmağında on marifet, türkü de söylüyormuş. Fasılda Eğin türkülerinden başlanıp birçok yöreye uzanıyoruz. Kültür Kafe’nin otantik ortamı da bu akşamı keyifli kılıyor.
Kemaliye’deki son günümüzde ise tarih 29 Ekim, törene katılalım diyoruz. Töreni beklerken semt pazarını ve kapı tokmaklarının yapıldığı yeri geziyoruz. Tokmakların işlemeleri çok farklı. Bazılarında kadın sesi ve erkek sesinin ayrı çıkması için iki ayrı tokmak var. Kadınların vurduğu daha yumuşak bir ses çıkarırken, erkeklerinki daha tok bir ses. Böyle bir ayrımın amacı da ev sahibesinin gelenin cinsiyetine göre hazırlık yapmasıymış; erkek misafir geldiğinde başını örterek kapıyı açması gibi. Ardından törene gittik ama protokolün gelmesi çok uzayınca rotaya devam ettik. İlk durağımız Sırakonak Köyü , ardından da Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Orada Bir Köy Var Uzakta”nın konusu olan Apçağa Köyü. Sırakonak Köyü‘ndeki evler ve kapılar oldukça güzel, tokmak örneklerini kapılarda da görüyoruz. Burada peşimizi rehberimizin deyişiyle pisi miyavlar takılıyor. Köy boşalınca kendilerini yalnız hissetmiş olacaklar ki köyden ayrıldığımızda bile bizi bırakmıyorlar. Sırakonaklardan Apçağa Köyü’ne uzunca ama keyifli bir yürüyüşe çıkıyoruz, tek sıra halinde yürürken bir ara “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde” şarkısını hep bir ağızdan söylüyoruz. Yolda giderken alıçlar, dağ kekikleri, kuşburnular bizimle…
Apçağa Köyü, Ahmet Kutsi Tecer’in köyü. Yapısal olarak diğer köylere benzemekle birlikte bakkal, fırın gibi yerlerin de tarihi dokuya uygun bir şekilde yapılmış olması köye değişik bir hava katmış. Köyün fırınında yörenin en sevdiğimiz ekmekleri pişiyor, herkes çok sevdiğinden ve İstanbul’da belli noktalara da yollandığından olsa gerek fırında ekmek bulmak çok da kolay değil. Apçağa’da diğer köylerden farklı olarak tepede bir noktada çay bahçesi de var, uzun bir yürüyüşten sonra soluklanmak için ideal. Köyde bir de Ahmet Kutsi Tecer Kültür Evi var; yine yöresel kıyafetler, Ahmet Kutsi Tecer’in kişisel eşyaları, eskilerden kalma eşyalar, köyün tarihinden fotoğraflar, yazılı belgeler gibi birçok şeyin sergilendiği bir müze. Apçağa köyünden sonra durağımız yine Yalçıner Tatuta Çiftliği ve yine yöresel yemekler. Çiftlikte gönüllü olarak çalışmak da mümkün, her yıl birçok ülkeden gönüllüler geliyormuş .Bahçe işlerini seviyorsanız ve doğal ürünlere meraklıysanız bu olanak da değerlendirilebilir.
Yemekten sonra tekrar Kemaliye merkezdeyiz, Mani Yolu ilk durağımız. Zamanında çalışmak için farklı illere giden eşlerine kadınların yazdığı maniler tabelalarda yol boyunca sıralanmış. Manilerde çoğunlukla “Ela gözlü ağam” geçiyor, zaten bu manilere Ela Gözlü Manileri de deniyormuş. Maniler, kadınların giden eşlerinin ardından yaşadığı süreci anlatıyor. Önce özlem ve dön gel haykırışları. Sonrasında eşlerinin uzun süre dönmemesi üzerine önce katırcıya beddualar, gittiği yerde bir kadın bulduğunu öğrenip eşinin bir süre daha kendisini beklememesi için yazdığı mektupları da görünce eşe yazılan beddualar…Kimisinin de mezarda bile son kez görürüm umuduyla kabrine bir pencere açılmasını yazan maniler. Arkasındaki hikayeleri de dinleyince çok daha anlamlı ve duygu dolu. Manilerden size bir örnek:
“Derin derelerin serin köşesi Kırıldı gönlümün billur şişesi Duydum ki olmuşsun Mısır paşası Geçti gençlik çağı neyleyim seni”
Mani Yolu’ndan sonra ise Sandıkbağı Mahallesi’nde bulunan ve şimdilerde bir butik otel olan Eğin Konağı‘nı ziyaret edip eski yapılardan birinin içini de görüyoruz. Otel, konağın dokusu bozulmadan çok güzel tasarlanmış; kalmak için tercih edilebilecek yerlerden. Konak önünde uzanan yol, Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmesi için finanse edilen eski konaklara ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Yol üzerinde bir de hamam ve cami yer alıyor, yine aynı bölgede güçlü bir su akıntısı bizi karşılıyor, ilkbaharda daha da gürül gürül akan bu suyun gücüyle çalışan tarihi değirmende ise un öğütülüyor. Az ileride ise Kemaliye’nin meşhur tatlısı lökün yapıldığı Lökhane, bir tatlı sever olarak gezinin en merakla beklediğim duraklarından biri. Kuru dutun öğütülüp cevizle karıştırılarak ezilmesi sonucu elde edilen lök oldukça lezzetli ve sağlıklı. Bir de erik ve duttan yapılan köme (cevizli sucuğun farklı bir versiyonu) var, köme de tatlılık oranının az olmasıyla tatlı sevmeyenlere de hitap ediyor. Her ikisi de eşe dosta götürmek için ideal. Akşam yine çay-kahve içmek için adresimiz Kültür Kafe, arka fondaki müzik seçimleri harika. Kemaliye maceramızın da kapanışı.
Son gün rotamız ise Divriği Ulu Cami. Kemaliye-Divriği arası geçtiğimiz yol ise yapımı 130 küsür yıl süren tüneller, virajlar ve keskin uçurumlarıyla dünyanın en zorlu yollarından sayılan Taş Yol. Karanlık Kanyon’un kayalıklarının oyulmasıyla oluşturulan yol harika manzaralara da ev sahipliği yapıyor. Neyseki rehberimiz bu yolların da ustası, manzaranın tadını çıkararak gönül rahatlığıyla geçiyoruz bu yolu. Yolun belli noktalarında durup fotoğraf molası vermeyi de atlamadan… Ulu Cami yolunda Kapadokya’ya benzer yapıların bulunduğu Şeytan Kayalıkları ve eskilerden kalma bir Kız Köprüsü. İkisi de görülmese olur mu, bence olur. Divriği’de harika yöresel yemeklerin ardından gezimizin en etkileyici bir diğer durağı Ulu Cami; üstelik restorasyonda olduğu halde bu kadar etkileyiciyken bittiğinde nasıl olacak merakla bekliyorum. UNESCO koruması altında restorasyon yapıldığından içim biraz rahatlıyor. Burası sadece bir cami değil, aynı zamanda akıl hastalarının tedavi edildiği bir şifahane. Restorasyon nedeniyle içi gezilmiyor ama etkilenmek için kapılarını görmek bile yeterli. Cami girişinde hediyelik eşya satan Mustafa Bey, bize tüm kapıları özet haliyle bile oldukça detaylı bir şekilde anlatıyor. O kadar ince ayrıntılara dikkat etmişler ki siz görmeden sadece benim tasvirim aynı etkiyi yaratmayacaktır, o yüzden anlatmayacağım; gidin görün mutlaka.
Divriği’den sonra durağımız Kangal Çiftliği ama burası bizim için sadece hüzün demek; güzelim köpekler çitlerin arkasında sadece üretim amaçlı tutulunca içimiz acıdı; görmesek daha iyi olurdu diye düşündük. Uçağımız Sivas Havaalanı’ndan kalkacağından Sivas merkeze de şöyle bir uğrayıp Gök Medrese, Çifte Minareli Medrese ve Kongre Binası’na dışarıdan bakıyoruz. Köftelerini çok da beğenmediğimiz meşhur Kirli Ahmet‘te yemeğimizi yedikten sonra güzel anılarla biten bir geziye ve beni yine şaşırtan bir yöreye bir daha gelmek dileğiyle veda ediyoruz.
Fark ettiğiniz üzere biz gezimizi turla yaptık. Bukla Tur’un Kemaliye-Sivas-Divriği turu; rehberimiz de Kemaliye Doğaperest Turizm’den Şevket Gültekin’di. Bu geziyi kendiniz de yapabilirsiniz ancak yerel bir rehber eşliğinde gezmenin öğretileri de çok daha farklı oluyor, bir de köyler arası ıssız patikalarda yürüyerek doğanın tadını çıkarırken nerelerdeyim ben telaşı yaşamıyorsunuz. Ayrıca kapalı sandığınız yerler yöreye bilen biri olunca bir bakıyorsunuz açılıveriyor. Yine de seçim sizin, ister bireysel ister turla gidin; bence Kemaliye de Divriği de görülmeyi fazlasıyla hakediyor, hatta cami restorasyonu bittikten sonra yöreye daha uzun süreli gidip Divriği’ye de daha fazla vakit ayırabilirsiniz.